27 Mayıs 2008 |
Alevi Beldeleri
Ve
Online Ezan
Bir gece sıçradık uykudan; imsak ezanı ile… Yani online ezan, biz uyurken gelmişti beldemize… Online Ezandan önce, 235.000,00.ytl’ye ihaleyi almış taşeronlar geldi; tarihi camimizi “sözde” restorasyon yapmaya…
Sözde restorasyondan önce Diyanetin memur imamı ve imam evi geldi…
Bunlar gelmeden önce kimse bize sormadı; böyle böyle bir ihtiyacınız, talebiniz var mı diye?.. Sorsalardı da bir şey değişmezdi; çünkü gelenleri bizim talep edip etmemiz pekte önemli değildi…
Çünkü, hitap edilenlerin talepleri değil; hitap edenlerin arzuları, düşünceleri, inançları ve projeleriydi önemli olan…
Demokratik bir hukuk devletinde yurttaş yaşamın merkezindedir ve onun duyguları, düşünceleri inançları… kısacası her türlü temel hak ve hürriyetleri, dikkate alınır!
Demokrasilerde, devlet yurttaşının inancını tanımlayamaz… Yurttaşların kendi tanımlarına saygı duyar. Tanımına güvence sağlar… Laikliğin bilinen çok yaygın tanımı: Devlet ile din işlerinin bir birlerinden ayrılmasıdır… Bu tanım yanlıştır. Çünkü eksiktir. “Laiklik, yalnızca din ile devlet işlerinin bir birlerinden ayrılması değil; aynı zamanda bir dinin, bir mezhebin, bir başka din ve mezhebe ve inançsızın inançlıya, inançlının inançsıza baskı yapmasını engelleyen, inançlıya ve inançsıza güvence sağlayan sistemdir.”
Demokratik hukuk devleti aynı zamanda laik bir devlettir. Fakat, laik devlet demokratik hukuk devleti olmayabilir. Yani demokrasi laikliği kapsar; fakat, laiklik demokrasiyi ille de kapsamaz…
***
Buralara nasıl ve neden geldik?
Cumhuriyetimiz, endüstriyel bir kalkınmanın sonucu burjuvazinin önderliğinde İmparatorluğa ve emperyalizme karşı verilmiş bir ulusal kurtuluş savaşı sonucu değil; Kurtuluş Savaşımızın önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün, zafer kazanmış bir komutan olarak yaptığı bireysel tercihi sonucu kurulmuş bir cumhuriyettir…
Bu Cumhuriyet, olmayan burjuvaziyi, endüstriyi ve henüz uluslaşamamış bir ümmetten millet ve aynı zamanda bu topraklarda “tek millet ve tek din” yaratmak gibi bir misyonu devlet eliyle gerçekleştirilmeye çalışmıştır…
Her ne kadar, bu devletin anayasasında değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez maddelerinden biri “laik”lik olsa da; Türkiye Cumhuriyeti Devleti, AB, standartlarında “laik bir devlet” değildir…
Laik bir devlette… tekbir dinin, tek bir mezhebin öğretimini ve finansmanını merkezi idare bütçesinden karşılayan, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir anayasal kurum olamaz. Böyle bir kurumun olduğu devlet ise, “laik bir devlet” olamaz.
Laik bir devlette, ne böyle bir kurum olur; nede merkezi idare bütçesinden aldığı payla, yüz binin üzerinde bir kadroyu istihdam eden ve nede devletin okullarında “zorunlu din dersleri” olur… Hele de bu eğitim yalnızca belli bir din ve mezhebin öğretildiği zorunlu bir eğitim ise…
***
“Osmanlı Devleti’nde din işleri Meşihat Makamlığı’nca Şeyhülislam eliyle yürütülürdü. 1920 yılında Ankara’da kurulan Meclis Hükümetinde Meşihat, “Şer’iye ve Evkaf Vekâleti” adıyla “Bakanlık” olarak yer almış, 1924 ‘e kadar da bu statü aynen devam etmiştir.
Din hizmetlerinin politikanın dışında ve üstünde tutulması gerçeğinden hareketle 3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak yerine, 429 sayılı Kanunla, Başvekâlet bütçesine dahil ve Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği, bugünkü adıyla Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.” (Kaynak D.İ.B. Resmi Sitesi)
Diyanet İşleri Başkanlığı ilk defa 27 Mayıs darbesi sonucu yapılan 1961 anayasası ile anayasal bir kurum haline getirilmiştir. 1920’den 1961 tarihine dek farklı isimler ile varlığını sürdüren bu kurum, 1982 anayasasına da girmiştir.
***
1945’lerde başlayan soğuk savaş sonucunda; batı, Sovyetlere karşı bir “yeşil kuşak” oluşturma projesi geliştirmiş. Bunun sonucu da, batının büyük desteğini almıştır, milliyetçi mukaddesatçı çevre… Yani un var, yağ var geriye helva yapmak kalıyor…
Bu tarihsel ve konjoktürel temele dayanarak helvacılar derhal göreve başlıyor ve bayrağı daha da yükseklere çekiyorlar…
“Necmettin Erbakan “Ben mi açtım imam hatip liselerini” diyor. Doğru o açmadı. Kim açtı, Demirel açtı. Yani laik olduğunu iddia eden politikacı açtı. Cevdet Sunay (eski Genel Kurmay Başkanı ve dönemin Cumhurbaşkanı-a.s.) 1968’de beyanat veriyor Diyor ki; “Biz ülkeyi bu solcu gençlere, bu komünistlere mi emanet edeceğiz. Hayır. Biz ülkeyi milliyetçi mukaddesatçı, İmam Hatip mezunu gençlere emanet edeceğiz” diyor.(Küreselleşme Bağlamında Türkiye /E.Kongar / 2001) Bu adımlarlarla güvenlik milliyetçilere, dinde mukaddesatçılara emanet ediliyor devlet aracılığı ile… Son günlerin popüler haberleri, ülke gündemi: “E” Muhtıralarla, “Y” Muhtıralarla meşgul olması. Ordunun da, yargının da temel gerekçesi iktidarın, “laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı olması…” Dikkat edin bu cümleye:”Gerek askeri, gerek sivil; gerekse sağ, gerekse sol hükümetler döneminde dokunulamayan tabulardan biri İncirlik Üssü, biride Diyanet İşleri Başkanlığı…” Bu kurumları mukayesemizdeki tek sebep yalnızca, hükümetler üstü devletin bir politikası olduğuna ve bu muhtıraların ve aynı zamanda din istismarcılarının asıl gerekçesinin “laik devleti” koruma yada yıkmanın dışında bir anlamı da olduğuna dikkat çekmek içindir… Tartışma konusu dahi yapmadığımız bir noktadır, Diyanetin hitap ettiği kitlenin inancının saygınlığı… İkinci Dünya Savaşı sonunda 1945’te başlayan soğuk savaş, 1990’larada, Sovyetlerin çözülmesi ile son bulmuştur. Milli Güvenli Konseyi ancak bundan yedi sonra bunu kabul etmiş ve ”artık komünizmin bir açık ve yakın tehdit olmadığını” bildirisine koymuştur… Fakat, dış destekte azalmasına rağmen, hala “yeşil kuşak” harekatının kaynağı olarak muhafaza edilen Diyanet’e verilen destek, 18 yıldır değişen konjoktüre ve tam aksine demokrasiye verilen dış desteğe rağmen devam diyor… Bunun bir boyutu, dünyadaki değişime ayak uyduramayan muhafazakar “asker sivil, elit” kesimin, hala “tek millet, tek din” politikasındaki ısrarıdır… Daha dünün Genel Kurmay Başkanı Doğan Güreş paşa bile, “Kürtleri yok saymakla doğru bir politika izlemedik,” diyor; fakat devlet üzerinde etkili bir güç olan bahsedilen o çevre hala: “Bu ülkenin %99 Müslüman’dır ve Türk’tür,” tezinden vaz geçemiyor… Göremiyorlar ve gördüklerini de kabul edemiyorlar; Türk, Türk demekle Kürtleri Türk edemediklerini ve edemeyeceklerini; Müslüman Müslüman demekle de Alevileri… Müslüman edemediklerini ve edemeyeceklerini… Bunlar kadar önemli olanda bu çevrenin, yurttaşının kendi kimliğini ve aidiyet duygusunu, inancını kendisinin tanımlamasına ve yurttaşının bu tanımına saygı duymakla ve yurttaşının tanımına güvenceler sağlamakla uygar devletlerin bölünmediğini, din devletine dönüşmediğini görememesi ve gördüklerine de inanamamasıdır… Bir inancın bir başka inancı, inançsızın inançlıyı, inançlının inançsızı tanımlamaya, kendi kalıbına dökmeye çalışması, buna da devletin taraf olması, inanç özgürlüğünün ve herkesin kanunlar karşısında eşit olduğunu varsayan temel bir insan hakkının olduğu kadar, aynı zamanda laiklik ilkesinin de ihlalidir… Din inanç ve vicdan özgürlüğü; bir dinin bir başka dine yada inançsıza olduğu gibi devlet idaresine de müdahale etmemesi ile sınırlıdır. Çünkü, bu özgürlüğün bir hak olarak kabul edilmediği ve farklılıkların kendi tanımlarına saygı duyulmadığı sistemlerde kin, nefret, düşmanlık duygularının oluşması ile anarşinin, çatışmanın ününe geçebilmek pekte mümkün gözükmemektedir… Bu gün beni tanımlamayı sen meşru görürsen, yarında benim seni tanımlamayı ve kalıba dökmeyi meşru görebilmemin ve başka bir günde o’nun, beni ve seni kalıba dökebilmesinin meşru zeminini hazırlamış olursun. Böylesi bir ortamda uzun vadede her tarafta kayıp eder…” Görüntü odur ki, “bu kavganın asıl taraflarının gerçekten laikler ile dindarlar arasında olmadığıdır.” Değişimin ve gelişimin önündeki bu engellemenin bir kısmı dünyayı iyi okuyamamak olsa da; bir kısmı da varlığını ve gücünü bu yapının muhafaza edilmesinden, sürdürülmesinden alan oldukça güçlü olan bir çevrenin menfi direnişi yada bu çevrelerin kendi kişisel ve gurupsal istikballerinin, ülkemizin çağdaş normlarla yönetilen, “Demokratik, Laik ve Sosyal bir Hukuk Devleti” olmasının önüne geçmesidir…[1] Hatırlanacağı üzere, Alevilerin bir kısmı kendini İslam’ın içinde, bir kısmı ise dışında görür. Kendini İslam’ın içerisinde gören Alevilerin dahi cemaati camide değil, cem evlerinde bulunur ve onların namazdan anladığı ve pratiği ise “halka namazı”dır. Alevi beldelerine, orada yaşan Alevilere sormadan Cami yaptırmak, memur imam göndermek ve online ezan okutmak, “temel bir insan hakkı olan, inanç özgürlüğü bağlamında, bu devletin bir kısım yurttaşlarının kendi inancını tanımlama hakkının ihlal edilmesi değildir yalnızca, hatta aynı zamanda onları asimile etme çalışmasıdır da… Bir durumun yasal ve anayasal bir açıklaması olsa da; çağdaş dünyanın değerlerine ters, karşı bir süreçtir bu yapılanma. Girmeyi taahhüt ettiğimiz AB’nin: Kopenhag Siyasi Kriterleri, A.İ.H.M. Kararları, Temel Haklar Şartı, A.B. İnsan Hakları Sözleşmesi… Gibi normlarına tezat oluşturmaktadır… Dünyalı, uygar dünyanın bir parçası olabilmenin biricik yolu, uygar dünyanın değerlerini içselleştirebilmekten ve “laik Cumhuriyetimize, evrensel ölçekte hukuk ve demokrasi eklemekten” geçer. Daha çok özgürlük ve daha çok zenginlik ancak; referansını çağdaş dünyadan alan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinin kurum ve kurallarının, bu ülke insanın da toplumsal hayatının normları haline dönüştürülmesi ile mümkündür. Şeriat, darbe ve muhtıraların önüne geçebilmenin biricik yolu, bu gün için bu görülmektedir. a.s. 27 Mayıs 2008
[1] “…Yasa tasarısının en önemli ve kanımca ortalığı ayağa kaldırması gereken yeri TMSF’nin Hazine’ye olan yaklaşık 90 milyar YTL dolayındaki borcunun terkin(yani, üzeri çizilecek.-a.s.) edilmiş olması.
Meseleyi biraz daha açalım.
1990’larda ve özellikle ikinci yarısında tavan yapan bir sistemle özel ve kamu bankalarının içleri boşaltılıyor, bu boşaltma işlemi özel bankalarda sahipleri tarafından, kamu bankalarında ise, kısmen görev zararı ismi altında siyasetçi-bürokrat-işadamı (!!!) marifetiyle gerçekleşiyor ve bu iğrenç sistem, bütçe açıklarıyla beraber ülkeyi hızla 2001 krizine taşıyor.
2001 krizi sonrası meseleye neşter atılıyor ama operasyonun kaçınılmaz sonucu içleri boşaltılmış bankalara Hazine kağıtları (DİBS) konuyor, bankaların yapıları düzeltilmeye çalışılıyor, özel batık bankalar TMSF’ye devrediliyor ve bu kağıtlar TMSF’nin Hazine’ye borcu haline geliyor.
TMSF gerçekten zorlu bir süreçle bu paraların bir bölümünü kurtarmaya çalışıyor ama bu çabanın çok yetersiz kalacağını herkes çok iyi biliyor ve sonuç olarak milyarlarca dolar borç (faizleriyle beraber anlaşılan 90 milyar YTL’yi bulmuş) TMSF’nin ve nihai olarak da vergi mükelleflerinin sırtında kalıyor. ….Özellikle özel bankaların içlerinin vergi mükellefi yani yurttaş aleyhine boşaltıldığı dönem tam da 28 Şubat dönemiyle üst üste oturuyor; bu dönem de dönemin yargı mensuplarının otobüslerle Genelkurmay’a taşındığı ve rejimin içinde bulunduğu tehlikeler üzerine brifinglerin verildiği dönem.
Ve o dönem boyunca kimse rejimi bekleyen en büyük tehlikenin soyulan 90 milyar YTL(65 Miyar Dolar civarı.-a.s.) olduğunu dile getirmiyor; bugünün Yargıtay Başkanlar Kurulu üyeleri de muhtemelen 1997-1998 yıllarında üst düzey yargısal görevlerdeler ve yine muhtemelen brifing alma sürecinin birer parçaları durumundalar” (Eser KARAKAŞ / 23 Mayıs 2008- Star Gazetesi)
Bunlar kadar önemli bir nokta ise, Ege Bank skandalının devlete maliyetinin altı milyar ytl civarı olmasına rağmen, bankanın sahibi olan Murat DEMİREL’in para ve hapis cezası ile ilgili dosya Yargıtay’da kayıp oluyor. Karşı tarafın avukatları zaman aşım süreci dolacak diye Yargıtay’a tekrar müracaat ediyor… Buna rağmen, zaman aşım tarihi dolduktan sonra dosya bulunuyor. Gerekçe, sonuçlanmış dava dosyaları arasına yanlışlıkla karışarak, çuvala basılıp arşive konulmuş olduğu şeklindedir. Sonuç olarak, zaman aşımı dolaysı ile hapis ve para cezası kağıt üzerinde kalmıştır…
|
|
26 Mayıs 2008 |
Yeter GÖCER( İbrahim Göçer’in eşi) bu gün Hakka yürümüştür. Merhuma Tanrıdan rahmet, kederli yakınlarına sabır ve başsağlığı dileriz.
Merhumun naaşı 27 Mayıs 2008 tarihinde Malatya’dan yarın getirilip, beldemizi Cumhuriyet Mahallesinde bulunan mezarlığında defin edildi
—————————————————
Hakka Yürümek,Batinilikte ölmektir. şöyle ki,batin de ölüm yoktur, kişi ölmez, daha doğrusu ruh ölmez, çünkü ruh allah tan bir parçadır ki, burda vahdet-i vucut ve vahdet-i mevcut devreye girer. Allah’ın sonunsuzluğunu kabul eden sufi can, ruh un ölümünü kabul etmez, ruh hakk’a yürür ancak,ama beden çürür, topraktan gelir, toprağa gider.
Kaynak: Uludağ Sözlük
Yunus Emre’nin şu dizeleri bu hususta önemlidir: Ölürse tenler ölür / Canlar ölesi değil
|
|
24 Mayıs 2008 |
Bir Geleneğimize dair…
Son zamanlarda kayıp ettiğimiz bir komsumuzun defini için köyümüze gelen merhumun yakınlarının çoğunu ben 6-7 yıl önce görmüştüm. Yani yedi yılda bir el sıkışmış, aynı mekânda birkaç gün de olsa kalabilmiş ve sohbet edebilme olanağına kavuşmuştuk. “O zamanda,” bir başka yakınlarının kaybı dolaysı ile gelmişlerdi…
Sohbet sırasında öğrendim ki, bir dayı ile yeğenin el sıkışma ve aynı atmosferi paylaşmalarının arasından dört yıl geçmiş, bir başkası ile de üç yıl… Bu küslük sonucu oluşmuş bir durumda değil.
Bir önce görüşme tarihleri ile şimdiki görüşme tarihleri arasında üç yıllık zaman farkı olan arkadaşımız, “inşallah bundan sonra daha sık görüşürüz,” dedi diğerine… Bende hemen müdahil oldum ve ağzını hayra aç, Allah esirgesin, bir şey dileyeceksen hayır dile; en azından 10-15 yılda bir, mümkünse hiç görüşmemek dileğiyle,”deyin dedim… Çünkü, bunlar ölüm olmadan görüşemiyorlar; “daha sık görüşelim dileği, gör kimlerin evinin başına yıkılmasına,” sebep olabilir. İnşallah Allah duymamıştır bu ……. kulunun dileğini…
Sonuç, düğünlere dahi gidilmeyebiliyor; fakat ölümler karşısında, gururlarda eriyip akıyor ve kırk yıldır küste olanları aynı ortamda birkaç günlüğüne de olsa bir araya getiriyor, ölüm… Onların ve bu güne kadar kapısını çalmadığın bir evin kapısını ilk defa çalıyor, bu güne dek sıkmadığın bir eli ilk defa sıkıyor, samimi bir beden diliyle bu insanlarla ilk defa sıcak bir temas kuruyorsun…
Cenazeler dolaysı ile yapılan üçün, kırkın ve yıldönümlerinin yapılmasına, ziyan olan maddi bir masraf gözü ile karşı çıkan arkadaşlarımız, bu geleneğin karşıladığı böylesi bir “sosyal psikolojik” ihtiyacı ne ile karşılayacaklarını hesap ediyorlar mı acaba? Bilemiyoruz…
Fakire yardım edelim bunun yerine, filan… Olayın, yalnızca bir maddi boyut olmadığını göremiyorlar… Her geleneğin ve göreneğin elbette birde maddi boyutu vardır… Fakat, asıl olan bu maddi ve törensel boyutun arkasında, bu araçlarla varılmak istenen, elde edilmesi amaçlanan, vasatın görmediği giz bir vardır…
Ben bir kurban keser bir aş yaparım; durumun müsaitse sende bir yemek firmasından tatlısıyla tuzlusuyla 500 porsiyonluk yemek dökersin… Rakamlarla örneklendirebileceğim ise 500 porsiyonluk yemek dökenlerin, bunu yapmasa taş çatlasa fakirlere ancak 100 porsiyonluk yardım yapabilecekleri ve yaptıklarıdır…
Fakire yardım yapacaksan, bunun için birinin ölmesini beklemene hiç gerek yok. Hemen şimdide yapabilmenin önünde kesinlikle hiçbir engel yok… Din iman önemli ise senin için, dinler bunu farklı bir müessese olarak düzenlemiştir; yok eğer ateist isen, ulusal ve uluslar arası yardım kuruluşları var…
Bu geleneğin kaldırılmasını düşünen, hatta isteyen dostlarımız, günlerdir dünya gündemin baş sıralarını meşgul eden Çin ve Birmanya’daki felaket için kaç sent yardım etmiş yada etmeyi düşünüyorlar, bu da cevaplanılması gereken önemli bir soru olarak durmaktadır…
Elbette ki maksadımız birilerini yargılamak değil; bir geleneği sorgulamak, belki de bir gerçeği mercek altına alabilmektir…
Küreselleşmenin sert ve kuvvetli rüzgârı, bu geleneği de önüne katıp götürecek, bitirecek bir gün… Buna karşı koyabilmek imkânsıza yakın! Fakat yıkılanın yerine, bu toplumsal ihtiyacı karşılayacak daha yetkin bir müessese oluşturulup yaygınlaştırılana kadar, bu geleneği muhafaza etmeliyiz.
***
Ünlü Psikolog Prof Dr. K.T. Morgan, “Öğrenmek, yaşantı ve tekrar yoluyla davranışta, düşüncede ve hissedişte meydana gelen kalıcı değişikliktir,” der.
Öğrenmek; görsel, işitsel, dokunmatik yollarla olduğu gibi yazarak ta öğrenilen, bir öğrenmedir. Yani öğrenmek, öğrenilebilen bir öğrenmedir de aynı zamanda. Hepimiz hemen hemen okulluyuz. Okullarda ne kadar görerek ve okuyarak öğrenirsen öğren; ille de yazman istenir… İnsan kalemle yada klavye ile yazarken aynı zamanda zihnine de yazar, yazdıklarını…
Öğrenme hususundaki bu girişi, “Sitemizin Ziyaretçi Defterine” başsağlığı yazan arkadaşlarımın, mesajlarına konu olan şeyleri öğrenmiş ve bunu hafızalarda canlı tutmaya ve aynı zamanda da etrafına örnek bir öğrenme yolu sunmaya gösterdikleri öneme dikkat çekmek ve bu hususta gösterdikleri hassasiyete karşılık teşekkür etmek için yazdım…
***
Cenazeler konusundaki yazımı ise hem güncel olması hem de, Usta ağabeyinin bir defasında, “cenaze törenlerinin toplumu bir araya getiren önemli bir halka olduğuna dair,” onun ağzından yıllar önce işittiğim bir söz üzerine yazdım.
Bu vesile ile Usta abiye ve ailesine selam ve sevgilerimi sunarım…
|
|
22 Mayıs 2008 |
Bu gün, Aliseydi KAYA’nın senesi dolaysı ile evinin önünde çocukları bir yemek verdi. Merhuma tekrar Tanrıdan rahmet kederli yakınlarına başsağlığı dileriz. Yemekten çektiğimiz ile bu günkü haberlere konu olan resimler aşağıdaki linktedir.
|
|
19 Mayıs 2008 |
19 Mayıs 2008 tarihinde merhum Adile ÇAĞLAR’ın üçü dolaysı ile bir yemek verildi. Merhuma Tanrıdan rahmet, kederli yakınlarına tekrar sabır ve baş sağlığı dileriz. Video görüntülerinin kalitesinin düşüklüğünden bahsederken, REKTUR MATBAA sahibi Vahap ALTUNOK, bana HD’li bir Video Kamerası almak için sponsor bulabileceğinden bahsetti. Video kalitesinin düşüklüğü, fotoğraf makinesi ile Video çekimi yapıldığındandır diye düşünüyorum. Vahap ALTUNOK’a kamu hizmeti hususunda taşıdığı bu sorumluluktan dolayı teşekkür ederiz. Şimdi bazılarınızın kafasında, Aliseydi üzerine basa basa yazıyor ki Vahap almaya, sporsor bulmaya mecbur ola, şeklinde bir düşünce oluşmuş olabilir… Tamda maksadım bu… Bu zamana kadar bir Aliseydi KARGIN, birde Naci AKBABA bu hususta bir ihtiyacın var mı diye sordular. Ben bir şey talep etmedim; fakat laf arasında Aliseydi abi hard diskimin 20 gb olduğunu öğrenince, bana HD göndermek istedi; fakat Naci abi kendisinde fazladan bir HD olduğunu ve kendisinin göndereceğini söyleyip 40 gb HD hediye etti, 300gb’de göndereceğini söyledi. Bu vesile ile Aliseydi ile Naci abiye teşekkür eder selamlarımı yollarım.
|
|
17 Mayıs 2008 |
Adile ÇAĞLAR, bu gün hastanede eceli ile Hakka yürümüştür. Merhuma Tanrıdan rahmet, kederli yakınlarına sabır ve başsağlığı dileriz.
Merhumun naaşı 18 Mayıs 2008 tarihinde beldemizde bulunan Sığh Hasanlılar mezarlığında defin edildi.
|
|
15 Mayıs 2008 |
Bu gün hava çok bulutlu. Yar yar yağmur çiseliyor… Görünüşe bakılırsa bu gecede yağacakmış gibi. Yağışın miktarı ne olur bilinmez; ama geç kaldığı ekinlerin halinden belli. Yan taraftaki resimde, iki gün önce tarlalardan çektiğim bir kaç kare var. Yağan yağmurun figler faydası olur; fakat, kayısıları da çil edebilir. Havalar gündüzün parçalı bulutlu yada güneşli olsa da, geceleri üşütüyor. Yani ceketler henüz çıkarılamadı. Çarşıda, Serkiz YANAR’a ait olan eski dükkan yıkıldı ve enkazı kaldırıldı. Nazaret ALTUN’un yıkılan evinin enkazından görüntüler de yan taraftaki linktedir. İğdeler çiçek açtı. Rüzgar iğde çiçeğinin kokularını evlerimize dek taşıyor. Bu kokuyu ulaştıramıyoruz size; fakat resimlerini yolluyorum.
***
Sapığa 42 yıla hapis!
2 çocuğun öldürülmesi olayıyla ilgili davada İbrahim Şengün isimli şahsa verilen hapis cezası,Yargıtay tarafından onaylandı.
Malatya’nın Yazıhan ilçesinde 2 çocuğun yakılarak öldürülmesi olayıyla ilgili davada İbrahim Şengün isimli şahsa verilen 2 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 42 yıl hapis cezası, Yargıtay tarafından onaylandı. Malatya’nın Yazıhan ilçesinin Bozluk köyünde 24 Eylül 2005 tarihinde, 9 yaşındaki U.Ü ile 9 yaşındaki H.A isimli çocukları, elleri ve ayaklarını bağlayıp döverek tecavüz ettikten sonra yakarak öldürdüğü iddia edilen İbrahim Şengün’e (26), Malatya 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, “kasten canavarca hisle eziyet çektirerek bir suçu gizlemek için 2 çocuğu öldürmek, 2 çocuğa fiili livatada bulunmak” suçuyla yargılandığı davada verilen ceza, Yargıtay’da onaylandı. İbrahim Şengün’e “cebir kullanarak cinsel istismar suçundan” toplam 42 yıl hapis cezası, “canavarca hisle ve eziyet çektirerek bir suçu gizlemek ve delillerini ortadan kaldırmak amacı ile kasten adam öldürmek suçundan” da 2 kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Öte yandan, olay yerinde elleri ve ayakları bağlanmış ve yakılmış şekilde bulunan U.Ü ile H.A’nın otopsi raporlarında, çocukların kafa travmasına bağlı beyin kanaması ve yanma sonucu öldüğü, fiili livataya uğramış olduklarının tespit edildiği kaydedilmişti.(Hakimiyet)
Bu haberi 2005 yılında sitemize yazmıştım. Olay, Hamidiye köyünde ikamet eden çocuklar ile Zeynepoğlu’nda ikamet eden katil arasında geçmişti.
|
|
13 Mayıs 2008 |
Antalya’da “Düzlerçamı piknik alanında” rutin olarak yapılan anneler günü etkinliği düzenlendi. Etkinliği Antalya Pir sultan Abdal derneği yaptı. Antalyanın türkü barlardaki grupları ve İhsan GÜVERCİN’de sahne aldı. Yani Antalya’daki Alevilerin katıldığı bir etkinlik oldu. Fotoğraf makinemi evde unuttuğumdan fazla resim çekemedim. Yoksa çok farklı bir çalışma yapardım. Bu Düzlerçamı etkinliği özel günlerde Alevi dernekleri tarafından devamlı düzenleniyor. Sanatçılar geliyor insanlar geniş bir alanda hem piknik yapıyorlar hem de türkü dinliyorlar. Bütün Annelerin Anneler Günü Kutlu Olsun…
Haber ve resimleri Antalya’dan gönderen: Umit Ali ÖZACAR |
|
|
Ankaralılaşma…
Ahmet Arif ‘33 kurşun’ adlı şiirinde ne diyor:
‘Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara Şifre buyurmuş bir paşa Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız.
Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki…’
Kim için diyor?
1943 yılında yargısız infaza uğrayan otuz üç köylü için diyor…
Yargısız infaz emrini veren kim?
Orgeneral Mustafa Muğlalı…
* * *
Yeni gelişmeler ışığında dün konuyu manşete taşıyan Radikal Gazetesi olayın hikáyesini şöyle anlatıyordu:
‘Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel’in kurduğu çete tarafından koyunları gasp edilen İranlı bir aşiret reisi, Türk tarafına geçerek 500 koyunu gasp eder. Aşiret reisine yardım ettikleri iddiasıyla 35 köylü yakalanır ancak suçsuz oldukları anlaşılır. Kaymakam Tuncel, olayı Ankara’ya ‘Ruslar sınıra yaklaştı’ diye bildirir.
Bölgeye soruşturma için gelen Orgeneral Muğlalı, 24 Temmuz 1943 günü yetkililerle bir toplantı yapar ve 33 köylünün diğer köylülere ibret olması için idam edilmesini ister.
Tümgeneral Cevat Yalım ve İçişleri Müfettişi Avni Doğan’ın uyarılarına karşın, ‘memleketin çıkarı için babamı bile asarım, bu işe karışanı kırbaçlarım’ der.
30 Temmuz 1943 gecesi, Yukarı Koçkıran Köyü, 356 No’lu sınır taşında 33 köylü yargı kararı olmaksızın, elleri ve gözleri bağlanarak kurşuna dizilir.
Daha sonra bir kişinin ölmediği, yaralı halde İran’a kaçtığı ortaya çıkar.
Konu ilk kez 1948’de, Demokrat Parti tarafından CHP’ye karşı Meclis’te gündeme getirilir.
1949’da soruşturma açılır, yargılama sonucu Muğlalı idama mahkûm edilir ancak yaşı dolayısıyla ceza 20 yıla indirilir. Muğlalı 1951’de cezaevinde ölür. ‘
Bir generalin otuz üç köylüyü yargısız infazla öldürme emri, tam beş yıl sonra gündeme geliyor… Tersi olsa da, bir köylü otuz üç general için yargısız infaz yapsaydı?(Bu satırın altını ben çizdim.-a.s.)
Ne olurdu… Aradaki farkı nasıl izah etmeli acaba? Yoksa burası demokratik bir hukuk devleti değil mi?
* * *
Peki, konunun yeniden Radikal’e manşet olmasına neden olan gelişme ne?
Okuyalım:
‘16 Mart 2004’te, yani olaydan 61 yıl sonra Muğlalı ismi Özalplilerin yaşamlarına yeniden girdi. Genelkurmay Başkanlığı, bu tarihte Muğlalı’nın ismini Özalp’teki Tabur Sınır Komutanlığı kışlasına verdi.
Kurşuna dizilen 33 kişinin Özalp’te yaşayan yakınları, 2006’da bu işlemin iptali istemiyle Ankara 6. İdare Mahkemesi’nde dava açtı. ‘
Milli Savunma Bakanlığı ne yapıyor?
‘Milli Savunma Bakanlığı, davada yaptığı savunmada, kışlalara bölgede başarılı hizmet yapmış, garnizonun kurulmasına katkıda bulunmuş komutanlarla, Kurtuluş Savaşı’nda görev almış ve o bölgede anıları bilinen komutanların isimlerinin verildiğini kaydetti.
Savunmada, ‘işlem hukuka uygundur. Merhum Muğlalı, işlediği suçtan dolayı cezasını çekmiş ve olayın üzerinden 60 yıldan fazla bir zaman geçmiştir. Merhumun cezasının veya kısıtlamalarının süresiz devam edeceğinin iddia edilmesi hiçbir hukuki ve demokratik değerle bağdaştırılamaz’ denildi.
Mağdur yakınları, Muğlalı ismiyle yaşadıkları sürede Ankara 6. İdare Mahkemesi’nin dosyayı karara bağlamasını bekledi.
Ancak mahkeme dava açıldıktan iki yıl sonra sürpriz biçimde görevsiz olduğuna karar verdi.
Kararda, kışlaya isim verme işlemi askeri eylem olarak nitelendirildi.
Kararda, askeri eylemlerin askeri kural, gerek ve geleneklerin değerlendirildiği uzmanlık mahkemelerinde incelenmesi gerektiği anlatıldı.
Kışlaya Muğlalı isminin verilmesi yönünde kullanılan takdir hakkının ve Muğlalı’nın askerlik mesleği ile ilgili niteliklerinin askeri idare mahkemesince değerlendirilmesi gerektiği vurgulandı.
Mağdur yakınlarının avukatı Zeki Yüksel, ‘Temyiz için önce Danıştay’a başvuracağız. Bir sonuç alamazsak AİHM’ye gideceğiz’ dedi.’
* * *
Kurşuna dizilen mağdur yakınlarının açtığı davada, kışlaya ‘Mustafa Muğlalı’ adının verilmesini kim savunuyor?
Savunma Bakanlığı…
Savunma Bakanı AK Parti Hükümeti’nin üyesi değil mi?
Savunma yapmak yerine neden ismin kışlaya verilmesini önlemiyor?
Garipliği durdurmak yerine savunmak niye…
Bunun adı ‘Ankaralılaşma’dır işte…
‘Ankaralılaşma’, aynı zamanda 1 Mayıs polis vahşetinin de nedenidir..
* * *
2002 yılındaki tüm özelliklerini hızla yitiren AK Parti’ye ne oluyor diye sormayın…
AK Parti hızla ‘Ankaralılaşıyor’…
Hakkında açılan dava sonuçlanana kadar da Ankaralı kalacak anlaşılan.
06.05.2008
Mehmet ALTAN
|
|
09 Mayıs 2008 |
Medine abladan videosunu yayınlama konusunda izin aldım. Videoda birde şunu bıraktı dediği poşetin içinde, eşi merhum Hasan ASLAN’ın 1973 te 18 günlük sigorta kaydının evrakları var. Bunu yeni öğrendi. Belki Yurt dışında da varsa çalışması emekli olurum diye seviniyor… Köln ve Çevresi Fethiyeliler Derneğinin Vahap ÖZİLHAN’dan göndermiş olduğu para Yusuf AĞKILINÇ’a teslim edilmiştir. İlgili belgenin resmini “Fethiye FM” in mail adresine bu gün gönderiyorum. İlgili çalışmayı yapan Derneğimiz olduğundan, bu belgenin resmini yayınlamakta onların hakkıdır. Bu sebepten dolayı, benim siteme koymadım. Bu çalışmadan dolayı dernek idaresine ve yardım yapanlara teşekkürlerimi sunarım. |
|
06 Mayıs 2008 |
Almanya Ober-Ramstadt’da yaşayan Veli AKKOYUN(Velibaba) bu gün Hakka yürümüştür. Merhuma Tanrıdan rahmet ve kederli yakınlarına sabır ve başsağlığı dileriz.
Merhumun naşının Malatya Hava alanından 07 Mayıs 2008 tarihi saat 21:00 civarında alındı ve memleketi olan Fethiye getirildi. Merhumun naşı aynı gece seyyar morda sabaha kadar bekletildi.
Ertesi gün 08 Mayıs 2008 tarihin Saat 10:00’da Hürriyet Mahallesindeki “Akkoyunlar Mezarlığı”nda defin edildi. Aynı gün saat 12:00 civarında ise üçü dolaysı ile yemek verildi.
Merhumun vasiyeti üzerine Mustafa dede, bir evinin önünde deyiş ve duvazgah birde mezarının başında okudu. .
|
07 Mayıs 2008 saat:22:00 |
03 Mayıs 2008 |
Bu yıl kuraklık yaşanacağa benziyor. Abdal Musa’dan sonrada yağmur yağmadı. Yağsa da bir çok tarla için geç. Bazı tarlalardan ekinlerin resmini çektim. İyi görülen ekin Körehanın arkasında, Teyyare Meydanına yakın olan bölgeden. Havuz resmi ise, halk arasında “Bekarın Gölü” olarak bilin göldür.(Resimler saat 18-19:00 arasında çekilmiştir.) Yan taraftaki ikinci resimse yeni bir ev yaptırmak için evini yıktıran Hüseyin (Nazaret) ALTUN’un evidir. O ev benim hafızamda Vartan amca’nın evi olarak kayıtlıdır. Evin yıkılış ve yapılış sürecinde çekeceğim resimleri aynı albüme koyacağım. 5.Ober-Ramstatd Fethiyeliler Gecesinden Tolga SAĞ ile Muharrem TEMİZ’in sahne aldığı 22 dakikalık bir kısımdır. Önümüz deki hafta, bu gecenin tamamını koymuş olacağım.
|
|
02 Mayıs 2008 |
***
Ziyaretçi Defterindeki bir şiir üzerine
“…mozaik diyecek inanmayın”
“Küçük, birbirinden farklı, üç boyutlu parçaları bir yüzey üzerinde yan yana getirerek resim oluşturma tekniğine ve ortaya çıkan esere mozaik denir.” Sosyolojik olarak ise mozaik, farklı etnisitelerin(din, dil, ırk …) uyumlu bir şekilde bir aradalığı ile oluşturulmuş toplumsal bir yapıdır denilebilir…
Ülkemiz söz konusu olduğunda ise, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yalnızca Türk ve İslam inancına mensup insanların oluşturduğu bir toplumsal yapı değildir. Bu ülkede, Türk’te, Kürt’te… Müslüman, Alevi, Musevi… de vardır. Bunların kendi kimliklerini muhafaza ederek bu yapı içerisinde yer almasına dair bir kavramdır. Küreselleşen dünyanın bir boyutu, uluslar üstü bir birlik oluştururken bir boyutu da, her türlü etnisitenin ulusal yapılar içerinde özgünlüğünü ve özgürlüğünü korumaları doğrultusundadır… Sonuç olarak Mozaik kavramı, her farklı etnsitenin, o ulus devletin bir kısmını bölüp parçalayıp sahiplenmesi değildir… Kanımca, olmaması da gerekir. Nedeni farklı bir yazının konusu olabilecek denli geniş.
“Ey hainler sabrımızı taşırmayın
Bu vatanı sahipsiz de sanmayın
Kafamızı attırıp, bizi zorlamayın
Bu memleket bizim, bu vatan bizim”
“YA SEV YA TERKET KISACA…”
“Kimseye var sanmayın bu vatanın minneti
Kaldıramaz asla ihaneti
Sevmeyen varsa terk edip gitmeli
Bu vatan bizim, bu vatan bizim”
Senin tanımını kabul etmeyen haindir, sabrınızı taşırmaktadır, ya seni ve senin ideolojini sevmeli yada “ata toprağını terk etmeli” yoksa senin gibi vatanseverler!.. “Kaldıramaz asla ihaneti,” kafanızı attırıp, sizi zorlarsa, bu kardeşlerimize!.. dünyayı dar ederiz… demek istiyorsunuz?
Din, dil, ırk, cinsiyet, renk… üzerinden bireyin kendini tanımlaması medeni dünyanın değerlerin yansıtmıyor. Bu çağ ve insanlık dışıdır. Hayatın merkezisinde önce insan vardır ve bütün tanımlar ise insan odaklı olmak zorundadır. Bu çıkış noktası çok şeyi değiştiren bir duruştur. Ben beyazım, siyah… deriliye saygım var; ben Aleviyim; Müslüman, Musevi’ye… saygım var: ben Türk’üm, Kürt’e, Slav’a da… saygım var!.. Benim kendi tanımım olduğu kadar, diğerlerinin kendini tanımlamaları da aynı oranda saygın ve kutsaldır…
Sonuç olarak benden farklı olan, benden farklı düşünen hisseden yaşayan ve yaşamak isteyen benim kafamı attırmaz, sabrımı zorlamaz… ya beni ve benim ideolojimi benimsemek, sevmek yada memleketini terk etmek zorunda değildir. Dini, dili ırkı, inancı ne olursa olsun o, muhatabımız doğuştan sahip olduğu, elinden alınamaz ve devredilemez temel hak ve hürriyetlere sahip bir insandır; Alevi terminoloji ile söylersek: “Can’dır…
O şiirinizi neden sildim? Değerli Sosyolog Prof. Dr. Emre KONGAR, demokrasi çoğunluğun yönetimi değildir, bu yanlış; çünkü eksiktir, der… Demokrasi, bireysel temel hak ve hürriyetlerin güvenceye alınmış olduğu çoğunluk yönetimidir, der. Yani, iktidarda kim olursa olsun, kimsenin kimsenin ideolojisini, inancını, duygularını… yaşayışını… ya sevmek yada memleketini terk etmek zorunda olmadığı bir rejimdir…
Almanya’da ırkçı bir partinin iktidarı(demokratik bir hak olan seçimle gelen): Nazizmi, faşizmi getirmiş, kendisinden olmayıp ta ülkeyi terk edemeyenleri gaz odasına atmıştır… Yani “ya sev ya terk et,” bu ideolojinin bir uzantısıdır… Demokratik temel hak ve hürriyetlerden faydalanarak, demokrasiyi ortadan kaldıran bir ideolojinin savunulması, demokratik bir hak ve demokrasinin gereği olamaz… En azından, kendini demokrat olarak tanımlayan bir insanın sitesinde, böylesi propagandanın yapılmasına göz yumulmaz…
Bahsi geçen şiiri sen yazmamışta olsan, yazdığına göre o fikirler senin anlayışını yansıtıyor, vesselam…
Sevgilerimle.
a.s.
***
1 Mayıs ya da Hükümetin harakirisi…
Başbakan Tayyip Erdoğan, iktidarının ilk döneminde sık sık “Kazan-Kazan” sözcüklerini, özellikle dış politika atılımlarına ilişkin kullanmaktan çok hoşlanırdı.
Bu kavramı, uluslararası ilişkiler disiplini ve “oyun teorisi”nde geçen “Win-Win”in karşılığı olan “Kazan-Kazan”ı ona öğretenler, keşke “No-Win Situation” kavramını da öğretselerdi. İstanbul’daki 1 Mayıs’la simgelenen gelişmeler tam budur. Herkesle birlikte, hükümetin ve bizzat Tayyip Erdoğan’ın kaybettiği bir durum.
1 Mayıs’ların “Bahar Bayramı” olarak kutlandığı günleri hatırlatan nefis bir hava ama böyle bir havada “bahar sevinci”yle bağdaşmayacak adeta yaralı, yaralanmış bir şehirdi dün İstanbul.
Kentin bütün ana arterleri kesilmiş, kentin yüreğinde havayı biber gazının kokusu kaplamış, günün bilançosu 505 kişi gözaltında, 8 yaralı. Ne o, 1 Mayıs’ta sendikaların Taksim’e yürüme ihtimali üzerinde güvenlik güçleri “orantılı güç” kullanıyor!
Kimse ölmedi diye 1 Mayıs “olaysız geçti” diye sevinecek miyiz?
“Marjinal gruplar”ın Taksim’e sızmasından korkarak Meydan’ı kapatan İstanbul Valiliği, bu davranışıyla onlara davetiye çıkardı ve dün gün boyu Taksim’e çıkan tüm yollarda o gruplar ile biber gazı, yüksek basınçlı su kullanan güvenlik güçleri çarpıştılar.
Taksim’de bir şey olmadı, ama Taksim’e çıkan her yolun yer aldığı çok geniş bir alan saatler boyu bir çatışma siperleri haline dönüştü.
Sonuçta, günlerdir yüksek perdeden atıp tutan, başta DİSK Genel Başkanı, sendika liderleri, 100-150 kişiyle çelenk bırakmak için bile Taksim’e yürüyecek gücü kendinde bulamadılar, ülkenin her yanından İstanbul’a çağırdıkları binlerce insana liderlik yapamadılar.
Onların “telef olmasını önlemek” ve “ülkeyi büyük bir badirenin eşiğinden kurtarmak için büyük sorumluluk gösterdiklerini” söylemeleri, aslında bir büyük “başarısızlık itirafı”ndan başka bir şey değildir.
Ancak, bu hazin tabloda “aslan payı”, işleri bu noktaya sürükleme basiretsizliği gösteren ve bildiğimiz, çoktandır alıştığımız bir “devlet yasakçılığı”nı ortaya koyan hükümete ve Başbakan’a aittir.
*** *** ***
Kendisi “yasakçı” zihniyetin taarruzu ile, “siyasi yasak” tehdidi altında bulunan, partisi hakkında kapatma davası açılmış bir Başbakan’ın, eş zamanlama ile “yasakçılığın”, “kanun hakimiyeti”nin sözcülüğünü yapması anlaşılır bir şey değildir.
Nitekim, “kanunlara sığınan” bu tavrının, Yargıtay Başsavcısı’nın kendisini “siyasetten yasaklamak” ve partisini kapatmak için Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş olmasından hiçbir farkı yoktur. Yargıtay Başsavcısı da “kanun”dan hareket ediyor.
Atılan adımın, Avrupa Birliği ve dolayısıyla “demokrasi normları”na uygun düşmediğine işaret ederek karşı çıktığımız vakit, bunun “hukuk devleti” ilkelerine uymadığını anlatmak istiyorduk. “Hukuki” olan ile “kanuni” olanın eş anlam taşımadığını vurguluyorduk.
AKP’ye ve Başbakan’a yönelik süreç, “kanuni”dir.
1 Mayıs’ta kimseyi Taksim Meydanı’na sokmamak için başvurulan tüm önlemler de “kanuni”dir. Zaten, “yasaklar” kaynağını “kanunlar”da bulurlar.
Ama, bu tavır “yasakçılığa karşı” ve “özgürlükçü” bir tavır değildir. 22 Temmuz sonrası, yeni sivil-demokratik Anayasa vaadi ile ortaya çıkan ve “özgürlükçü” ve “demokratik” bir Türkiye umutlarını yeşerten Başbakan’ın bundan bir kaç ay önceki tavrı ile uyumlu bir tavır değildir.
Siyaseten de yanlıştır. Ak Parti ve hükümeti, iç ve dış ittifaklarını genişletmeye en fazla ihtiyaç duyması gereken bir dönemde, her kurumla, kuruluşla, kamu vicdanı ile arasındaki köprüleri atmaya yönelen, “içe kapanık”, yasakçı, “hayırcı”, hoyrat bir tutum sergiliyor.
Başbakan, kendisini çoğaltacak yerde yalnızlaştırmak için, sanki, elinden ne geliyorsa onu yapıyor.
Partisinin kapatılması davasına ilişkin “savunma”da bile, bu tavrının serpintilerini görmek mümkün. Parti kapatmayı zorlaştıracak ve Türkiye’ye demokratikleşme yönünde yol aldırabilecek “anayasa değişiklikleri”nin rafa kaldırılmakta olduğu anlaşılıyor.
Başbakan ve parti, kendileri hakkında zaten verilmiş bulunduğu spekülasyonlarına konu olan “kapatma kararı”na giden yolda kurbanlık koyun gibi boynunu uzatıyor görüntüsünde.
*** *** ***
Ak Parti’ye yakınlığı bilinen bir meslektaşımız dün Başbakan’a ilişkin şu notu düşürmüştü yazısına:
“İşçi sendikalarıyla kavga etmek, ‘ayaklar-başlar’ gibi sözler etmek, 1 Mayıs’la sembolik kavgaya girişmek, DTP liderinin elini sıkmamak, Diyarbakır Baro Başkanı’na ‘PKK yandaşı gibi konuşuyor’ demek, sıradan sözler ve girişimler gibi görünebilir. Ancak kriz dönemlerinde bu küçük sanılan şeyler dev semboller üretir ve siyaseti bu semboller yapar.”
İstanbul’da dünkü 1 Mayıs’dan üreyen “dev semboller”, kimbilir, belki de Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığı ve AKP iktidarının sonuna doğru uygun adım yürüyüşe geçtiğini sembolize ediyor.
İstanbul’da dünkü 1 Mayıs gibi bir 1 Mayıs yaşanması için, 22 Temmuz öncesi beklentilerin üzerinde odaklandığı bir AKP iktidarı gerekmiyordu. Bir “özgürlükçü proje”ye sahip bulunmayan, klasik türden herhangi bir “yasakçı” iktidar altında 1 Mayıs’ı dünkü gibi yaşayabilirdi Türkiye.
Hal bu ise, AKP iktidarına Türkiye’nin niçin ihtiyacı olsun?
Cengiz ÇANDAR/Milliyet
2 Mayıs 2008
|
|
1 Mayıs 2008 |
1 Mayıs İşçi Bayramı İlk kez 1856‘da Avustralya‘nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi’nden Parlamento Evi’ne kadar bir yürüyüş düzenlediler. 1 Mayıs 1886‘da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Şikago‘da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil‘de (Kentaki) 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. O dönemde Luizvil’deki parklar, siyahlara kapalıydı. İşçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park’a girdi. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte yaptığı gösteriler, gazeteler tarafından, ‘Böylece önyargı duvarı yıkılmış oldu’ şeklinde yorumlanmıştı1. Bu gösteriler 1 Mayıs’ı izleyen günlerde tüm harareti ile devam etti ve 4 Mayıs’ta kanlı Haymarket Olayı‘na yol açtı. Uygulanan yasal baskılarla bu gösterinin tekrarlanması engellendi. 1889`da toplanan İkinci Enternasyonal‘de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada “Birlik, mücadele ve dayanışma günü ” olarak kutlanmasına karar verildi. Böylece ikinci gösteri 1890 yılında yapılabildi.
Türkiye’de İşçi Bayramı
Osmanlı döneminde işçi örgütlenmesinin en gelişmiş olduğu yer Selanikti.
- 1911 yılında Selanik’te, tütün, liman ve pamuk işçileri, 1 Mayıs gösterisi düzenleyerek bu günü kutladılar.
- 1912 yılında İstanbul`da ilk defa 1 Mayıs kutlaması gerçekleşti.
- 1923 yılında 1 Mayıs günü yasal olarak “İşçi Bayramı” ilan edildi.
- 1924`te hükümet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı.
- 1925`te çıkan Takrir-i Sükun Yasası, İşçi bayramını kutlamayı yasakladı ve uzun yıllar bu yasak geçerliliğini korudu.
- 1935 yılında 1 Mayıs`a “Bahar ve Çiçek Bayramı” adı verildi ve ücretsiz tatil günü ilan edildi.
Türkiye Cumhuriyeti döneminde işçi hareketleri yüzyılın ikinci yarısından itibaren ivme kazandı.
- 1976 yılında uzun yıllar sonra ilk defa geniş katılımlı 1 Mayıs kutlaması Taksim`de DİSK`in organizasyonu altında gerçekleşti.
- 1977 yılında İstanbul Taksim Meydanı‘nda en geniş katılımlı 1 Mayıs toplantısı düzenlendi. Ancak, devlet, göstericilerin üzerine ateş açtı ve göstericilerden 34’ü, yaralanarak ve üstlerine ateş açılması sonucu çıkan izdihamda ezilerek öldü. Dolayısıyla, 1977 tarihli 1 Mayıs, tarihe Kanlı 1 Mayıs olarak geçti
- 1979`da Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul`da miting yapılmasına izin vermedi, sokağa çıkma yasağı ilan etti. Buna rağmen istanbul sokaklarında yüzbinlere ulaşan rakamlarla korsan 1 Mayıs kutlandı.
- 1981`de Milli Güvenlik Konseyi 1 Mayıs`ı resmi tatil günü olmaktan çıkardı.
- 1989`da trafik polisinin açtığı ateş sonucu işçi Mehmet Akif Dalcı yaşamını yitirdi.
- 1996`da Kadıköy`de (Taksim Alanı yasaklıdır) 1 Mayıs kutlamalarına yaklaşık 150 bin kişi katıldı. Eylemin ilk dakikalarında polisin silahsız göstericilere açtığı ateş sonucu 3 kişi hayatını kaybedince, Kadıköy`de büyük bir kitlesel isyan gerçekleşti. Bu olaydan sonra Kadıköy 2005 yılına kadar 1 Mayıs kutlamalarına yasaklı kaldı. Ayrıca telsizinin sesini açık unutan bir sivil polisin göstericiler tarafından oldukça şiddetli bir şekilde dövülmesini Star televizyonu`nun naklen duyurması ve bir başka yerde polislerin eğlenerek seyrettiği bir linç girişimini de naklen yayınlamasıyla hafızalara kazınmıştır.
- 2006 yılında en geniş katılımın yaşandığı ilçe Kadıköy oldu. Çeşitli sendikalar ve gruplar saat 12.00 sularında Rıhtım Caddesi`ne yürüdü. Düzenlenen miting sonrası saat 16.00 sularında gruplar tamamen dağıldı.
- 2007 yılında 1 Mayıs’ı tekrar Taksim’de kutlayarak aynı zamanda 1977 de olan olayları anmak isteyen grupları polis silah, biber gazı, gaz bombası kullanarak durdurmaya çalıştı. 100’den fazla kişi yaralandı.Valiliğe göre 580, diğer kaynaklara göre 700’e yakın gözaltı gerçekleşti.İbrahim Sevindik adındaki bir vatandaş hayatını kaybetti.
- 2008`de önce ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras,sonra AKP’li milletvekilleri 1 Mayıs’ın resmi tatil olması için yasa teklifi verdiler.
- 1 Mayıs İşçi Bayramı Dünyanın 134 Ülkesinde Bayram olarak kutlanıyor.
- Taksim Meydanı (Kaynak: Wikipedia Sözlüğü)
-
Kontrgerilla Taksim’de miydi? Dink cinayeti duruşmasından, Adapazarı’ndaki gerginliğe… Gittikçe şiddetini artıran 1 Mayıs inatlaşmasından, kozmetik bir değişiklik yapılarak neredeyse olduğu gibi korunan 301 oylamasına… Tüm haberleri izledim. İç karartıcıydı.
Tırmanan 1Mayıs gerginliği ilk sırayı kapmıştı.Orada durdum… Yüz otuz dört ülkede bayram olan gün, bizde 12 Eylül tarafından bayram olmaktan çıkarılmıştı.
Hükümet ise yeni bir açılım yapmak yerine, köhnemiş eski devlet refleksini sürdürmekte ısrarlıydı.
1 Mayıs’ı bayram ilan edip gerekli önlemleri alarak Taksim’de kutlamalara izin verileceğine, eski kireçlenmiş anlayış garip bir şekilde tercih ediliyordu.
Nedendi bu?
* * *
Nedenin peşine düştüğünüzde…
Zaman, Mayıs 1977 tarihinde donuveriyordu.
1 Mayıs 1977’de ne olmuştu?
‘1 Mayıs 1977 İşçi Bayramı, 36 kişinin hayatını kaybettiği, yaklaşık 130 kişinin yaralandığı gün olarak tarihe ‘Kanlı 1 Mayıs’ adıyla geçmiştir.
1 Mayıs 1977 günü İşçi Bayramı’nı kutlamak üzere çeşitli illerden İstanbul`a gelen yaklaşık 500 bin kişi DİSK’in organizasyonu önderliğinde Taksim Meydanı’nı doldurdu. Katılımın yüksek olması sebebiyle kortejlerin alana girmesi uzun sürmüş, miting de uzamıştır. Saat 19.00 sularında dönemin DİSK başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde etraftan silah sesleri duyulmaya başlandı. Sular İdaresi binasının üstünden ve meydandaki otelin çeşitli katlarından açılan bu ateş sonucu insanlar panik halde kaçmaya başladı, kısa bir süre içinde Intercontinental Oteli’nin de üst katlarından ateş açıldı.
İnsanlar panik halde kaçmaya çalışırken panzerler de kalabalığın arasına doğru girmeye ve kitleleri sıkıştırarak Kazancı Yokuşu’na itmeye başladı. Kalabalığa ateş açılıyordu fakat polis ateş açanlara değil, kalabalığın üstüne saldırıyordu. Bir kamyonun tıkadığı Kazancı Yokuşu’ndan aşağıya kaçmaya çalışan kalabalığı daha da korkutmak için bir daha ateş açıldı. İnsanlar panzerler altında kalarak ve birbirlerini ezerek kaçmaya devam etti.
28 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak yaşamını yitirdi, yaklaşık 130 kişi de yaralandı. 470 kişi gözaltına alındı fakat hiçbirinin olayla ilgisi kurulamadı. Ateşi kimin açtığı tam olarak belirlenememiş, olay halen aydınlatılamamıştır. Sular idaresinin çatısından ve otel odalarından ateş açanlar bulunamamıştır.’
* * *
Ateşi kimin açtığı tam olarak belirlenemiyor…
Olay aradan geçen otuz bir yıla rağmen aydınlatılamıyor…
Sular idaresinden ve otel odalarından ateş açanlar bulunamıyor…
Burası muz cumhuriyeti mi?
* * *
Başka bir yerde de 1 Mayıs 1977 için yapılan bir açıklamada şu girişe rastlıyorum:
‘1 Mayıs 1977’deki kutlamalar sırasında kontrgerillanın kitleye ateş açması sonucu 37 işçinin hayatını kaybettiği olaylı kutlamalara verilen ad…’
Kimin ateş açması sonucu?
‘Kontrgerilla’nın…
* * *
O gün orada bulunan bir tanık ise şunları haykırmakta: ‘Intercontinental Oteli’nin içinden de ateş ediyorlardı. Hemen otelin içine girdik. Barikat kurdukları için ikinci kata çıkmamız mümkün olmadı.
Bu kez garajdan girmeyi denemeye karar verdik. Amacımız kitlenin üzerine kurşun yağdıranları etkisizleştirmekti.
Kazancı Yokuşu’nun yanından garaja doğru ilerlerken beyaz bir araba belirdi. Intercontinental’in garajından hızla çıktı. İçinde silahlı adamlar vardı. Hemen o yöne döndük ama hızla gözden kayboldu.
Tekrar meydana doğru koştuk. Bu beyaz araba, kitlenin üzerine ateş açarak meydanda iki kez döndü. O araca ateş edenler de oldu ama isabet kaydedemediler.
Sular İdaresi’nden, Pamuk Eczanesi’nin üzerinden ve Intercontinental’den ateş sürüyordu. Panzerin bir kadını ezdiğini gördüm. Ezilen kadının adı Meral Özkol’du.’
* * *
Hükümet yasaklarda direneceğine…
Devlet arşivlerini de kullanarak ‘ateşi açanları’ bulmaya çalışsa, daha evla değil mi? Bakarsınız tüm şer odakları bir anda çözülmüş. Ne Susurluk kalmış, ne Ergenekon.
* * *
1 Mayıs 1977’de 34 kişiyi öldürenler bulunmadıkça, Türkiye huzur içinde yönetilemez. Bakalım hükümetler bunu ne zaman anlayacak? Mehmet ALTAN
29.04.2008 |
|
|