Arşiv | İsmi anılanlar RSS for this section

Talib’e Mektup(2) Talib,Tahtını Gönüllere Kur (Aliseydi SEVİM)

Talib’e Mektup(2)

Talib,Tahtını Gönüllere Kur

Upuzun bir  konvoyla Fethiye’ye doğru gidiyoruz. Kimi zaman bu konvoy uzun, kimi zaman kısa. Bazen ise daha kısa veya daha uzun  olur… Böylesi günlerde, ille de bir konvoy olur…  Köye yaklaştığımızda, Kör Pınar’ın çukuruna bir dalış yapılır, karşı tarafa kaptırarak çıkmak için. Kör Pınar’ın yokuşunun aşılıp düze çıkışımızla,  Köye yönelişimiz bir olur. İşte bu noktaya varanlar, kornalarını çalmaya başlarlar. Bazen kimileri km uzaklıkta bile kornasına basmaya başlar. Fakat, çoğu zaman bu aceleciliğe eşlik eden pek olmaz… O da, susar.

Kornanın duyuluşu ile, konvoyun duracağı kapıya doğru, Köylünün hücumu bir olur. Geceyse, uyuyanlar uyarılır kalk, kalk geldiler, çabuk ol diyerek. Gündüz yada akşamsa, kimileri kahvehanelerde oyununu bozar, kimileri işini bırakır çabuk çabuk koşar adımlarla o kapıya, doğru koşarlar…  Büyük, küçük; genç ihtiyar; zengin, fakir hemen hemen herkes, koşuşur. Herkeste bir heyecan, bir heyecan vardır ki sormayın gitsin… Fakat asıl heyecan, konvoyun başındaki aracın içindekiler ve onların en yakını olanlar ile konvoyun duracağı kapının sahiplerindedir…

Adettir, ille de bir konvoyla yada kalabalıkla olur bu şeyler. Bu gün için konvoyun neresinde olduğumuzun  pekte bir önemi yok! Fakat, ille de bir gün bu konvoyun yada kalabalığın en başında olacağız. Çaresi yok… Kuran böyle kurmuş!

Yol aynı yol, taştan, çakıldan… evler aynı ev kerpiçten, ağaçtan demirden çimentodan… caddeler aynı cadde, mahalleler aynı mahalle ve Köyümüz aynı köy… araçlar aynı araçlar: metalden, lastikten, boyadan ve kornaları da aynı korna: dooot, düüt gibi çalan sesleriyle. Fakat,  insanlar kimi zaman aynı kornalara, ne kadarda acı acı çalıyor; kimi zamanda ne kadar şen şakrak sesler derler.

Kornanın acılı acılı mı çaldığını; yoksa  eğlencenin, zevkin mi simgesi olduğunu konvoyun başındaki aracın neyi taşıdığı, belirler. Her halde de, kendisi için tören düzenlenen zatın elbisesi beyaz, aktır… Ak, gerek Dünyevi, gerekse uhrevi anlamda aydınlık, temiz ve parlak bir istikbalin simgesidir. Bir bakıma insanın karşı koyamadığı, çaresiz sona dayanabilmek için, en büyük inanç, temenni ve umuttur. Karanlıktan, bir ışık; acı ve sevinçli bir bitişten, sondan yeni ve mutlu bir başlangıç çıkarma avuntusudur…  Bir halde bu  ak elbise telli duvaklı, bir halde ise kolsuz kaftandır…

Hepimiz, telli duvaklı  neşeler ve umutlardan mürekkep canların taşındığı konvoyun, kalabalığın kapımıza gelmesini, durmasını ve içindekileri bizim eve getirmesini isteriz; fakat kolsuz kaftan taşıyan  konvoy ve kalabalıkları hatırlamaktan bile ürker, korkarız, ama biliriz ki çırpınışımız çaresiz ve  boşunadır…

Ağlayarak gelir, ağlatarak gideriz bu dünyadan. Gelişimizde elimizde değildir, gidişimiz de. Ama ikisi arasındaki süreyi, nasıl geçireceğimizi belirlemek, bir nebze olsun elimizdedir!.. Shakspeare, “Hayat, provasız sahneye çıkılan, tek perdelik oyundur,”der. Asıl zor olanda budur… Provasız çıkılan bir sahnede, elemden çok, hazzı; acıdan çok, sevinci;  hayal kırıklıklarından çok, umudu ve utkuyu oynayabilmek ve, ve varlığı boşluk dolduran, yokluğu aranan, keşke şimdide oldaydı, hele ki de vardı dedirten, dolu dolu yaşayan ve yaşatan anılar bırakan bir  rolü oynayabilmek belki de, ölmeden ölmek ve ölümsüzlükte doğabilmektir.[i]

TİMURLENK

 

Semerkant yakınında, 1336  Ottar Sir Derya  üzerinde, Maveraünnehir Emiri. Timurlular hanedanının kurucusu ve ilk hükümdarı(1370-1405). Barlas oymağının Gürkan oymağı başbuğlarından Emir Taragay Çağatay Emirlerinden Cenkci Noyan’ın kızı Tekine Hatun’un oğlu. Gürkan ailesinin Cengiz Han soyundan geldiği ileri sürülse de, Timur aslında  İslamlığı savaş aracı olarak kabul etmiş ve Moğol boylarının da desteğini sağlamak için de kendisine Cengiz Han’dan indiğini söylediği bir soy ağacı uydurmuş olan Türk emiridir.  Ancak, Timur’u Türk boyu olarak kabul eden tüm yabancı kaynaklar, Timur soyundan  inen Babur’un Hindistan’da kurduğu imparatorluğu “Moğol” diye nitelendirmekle çelişkiye düşerler.

Timur’un çocukluk çağı Semerkant otlaklarında yaşayan Barlas oymağındaki  iç kavgalar  ve Çağatay Hanlığı’nda çıkan karışıklar arasında geçti. Gençlik yıllarında başıboş yaşayan Timur, bir baskın sırasında  yaralanan ayağı yaşam boyu sakat kaldığından, Türk, İran ve batı kaynaklarında “Aksak Timur”, “Timurlenk”,”Tamarlene”, gibi lakaplarla anıldı.

Barlas oymağının başı olan amcası Hacı Barlas’ın, eşkıyalar tarafından  öldürülmesinden (1361)sonra, Barlas oymağında başına geçen Timur, Tuğluk Timur’un Maveraünnehirin yönetimini kendisinin elinden alıp oğlu İlyas Hoca’ya vermesi  üzerine Semerkant’tan ayrılarak Kuzey Afganistan’da Belh kentine çekilmiş olan kayın biraderi Emir Hüseyin’e katıldı. Afganistan’da, Harim’de, Buhara’da, Hindistan’da çeşitli savaşlara katılan Timur, 1000 atlıdan oluşan vurucu bir  birliğin komutanı olarak ün kazandı. Timur kayın biraderi ile anlaşmazlığa düşer, iyice güçlendikten sonra, kayın biraderi emir Hüseyin’in emirleri ile anlaşarak, onları yanına almasının ardından , emir Hüseyin’in üstüne yürür ve  Kunduz savaşında(1369) emir Hüseyin’in tutsak alır ve öldürtür.

Belh’te toplanan kurultayda kendisine “Sahip Kıran”, ve “Ulus Beyi” unvanları verildi; ayrıca, Çağatay eski hanlarından Kazan Han’ın kızıyla evlenerek “han damadı” anlamına gelen ölümüne kadar kullanacağı “Küregen” lakabını aldı. Kes’i kurduğu Timurlu devletinin merkezi seçerek bağımsızlığını ilan etti(1370).

1377’de Çağatay seferinde  Karettin kuvvetlini Kaçkar’a kadar kovaladı ve Çağatay Hanlığını büyük vergiye ağladı ve geri çekildi. 379 Yusuf Sofi’yi yakalatıp öldürttü ve  tüm Harizmi ülkesini ele geçirerek kendi ülkesine kattı. ….1380 Büyük Horasan seferini başlattı. Ele geçirdiği Heratta çıkan ayaklanmayı şiddetle bastırırken,. tüm Kertleri öldürerek bu hanedanlığa son verdi.(1381.) Ertesi yıl Serbedariler’in üzerine yürüyüp başkentleri Sebzvar’ı ele geçirdi.(1382)  Daha sonra  Sistan’a geçerek  Kandehar’ı aldı ve  kendisine karşı olan tüm emirleri ortadan kaldırdı.(1383) Gürcan’a girip emir Veli’yi yenilgiye uğrattı. Esferain ve Esterab’ı fetih ederek , tüm Gürcan ülkesini topraklarına kattı.(1384) Böylece doğu İran’ı ele geçiren Timur, ardından batı İran’a yönelerek Irak’ı  acem’e girdi ve  Celayirli’lerin ülkesini egemenliğine aldı.    …(1385) Timur Tebriz’i işgal etti.  Nahcivan üzerinden Gürcistan’a geçip Kars’ı ardından da  Tiflis’i ele geçirerek Azerbaycan’ın fetihini tamamladı.(1386)

Öte yandan , Kalka savaşında (1380) Emir Mamay’ı kesin yenilgiye uğratarak Altınordu Hanlığı’nı elde eden, böylece Altınordu ile Akorduyu birleştirip Seyhun’dan…Kieve.   ….Önce Hazar denizinin  güneyi ile Mazendaren bölgesinde hüküm süren Şii beyliklerini ortadan kaldırarak topraklarını ülkesine kattı.(1392) sonrada Müzafferi’lerin üzerine yürüdü; yapılan savaşta yendiği  hükümdarları Mansur Şah’ı yakalatıp öldürterek tüm Şiraz ve Kirman bölgesini egemenliği altına aldı.Ardından ani bir baskınla Bağdat’ı ardından da Erbil, Musul ve Cizre’yi ele geçirdi. Urfa’yı da ele geçirince Irak’ı Arap Fatihini tamamlamış oldu. Ertesi yıl Diyarbakır  Mardin üzerine yürüyen Timur, Toktamış’ın Şirva’a baskın yaptığını haber alınca, Gürcistan’a çıkarak Tiflis’e geldi. …Kafkasya’ya giren Timur, … Ukrayna ve  Kiev’e yürüdü. Kırım’la Azak çevresindeki Ceneviz ve  Venedik kolonilerini ele geçirdi.    ….Moskova yakınlarına kadar ilerlemişken, kış dolaysıyla kuzey Kafkasya’ya , oradan da Semerkant’a çekildi. Gözünü Hindistan’a dikti, Delhi’yi ele geçirdi(1398). Müslüman mahallesi dışında kalan yerlerde büyük bir katliam yaparak tekrar Semerkant’a döndü. Gürcistan’ı kesin egemenliğine aldıktan sonra ardından, Ardahan, Kars üzerinden Bingöl’ü geçip Malatya ve  Sivas’ı ele geçirdi; güneye yönelerek sırasıyla Hama, Humus, Baalbek ve Şam’ı alıp tüm Suriye’yi fetih etti.(1400)Bağdat’ı ele geçiren Ahmet Celayir’in üzerine yürüyerek kenti geri aldı ve oradan da kışı geçirmek için Tebriz’e döndü.

Öte yandan Osmanlı padişahı Yıldırım Beyazıt’ın Sivas ve Erzincan’ı geri alması; ayrıca toprakları Timur tarafından işgal edilen Karakoyunlu Kara Yusuf ile Ahmet Celayir’in kaçıp padişahın yanına sığınması; bu ikisinin kendisine teslim edilmesini isteyen Timur’a ret yanıtı  verilmesi, bu davranışı düşmanca bir tutum sayan Timur’la Yıldırım Bayezit’in aralarını açtı. Taraflar arasında hakaretler dolusu mektupların gidip gelmesinden sonra, Timur çoğunluğu atlı birliklerden oluşan ordusuyla Erzurum- Kayseri üzerinden gelerek Ankara’yı kuşattı. Bunu haber alan Beyazit’te Ankara üzerine yürüdü. İki Türk ordusu Çubuk ovasında karşılaştı. Ankara savaşı(20 Temmuz 1402)diye anılan  bu meydan savaşında, Timur , yenilgiye uğrattığı Yıldırım Beyazıt’ı tutsak aldı. Bu parlak zaferden  sonra tüm Anadolu’yu ele geçiren Timur, İzmir ve Foça’yı da Hıristiyanlardan temizledi. Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılmış olan  Anadolu beyliklerini yeniden canlandırdı. Anadolu’daki durumla başkaca ilgilenmeden, ancak buraya önceden gelmiş bulunan “tatar” boylarını da yanına katarak, Gürcistan üzerinden Semerkant’a döndü.(1404)

Bu kez Çin seferine karar veren yaşlı Timur, hastalanışı için onu bu kararından caydırmaya çalışan hekimlerin ve kurultay üyelerini sözlerini dinlemeyerek hazırlıklarını tamamladıktan sonra Otrar’a geldi. Burada hastalığının iyice ağırlaşması yüzünden yatağa düşünce, hemen kurultay toplayıp Pir Muhammet’i veliahtlığa atadı ve kısa süre sonra öldü. Mumyalanarak Semerkant’a götürülen cenazesi, sonradan “Güldemir” adıyla anılan anıt mezara gömüldü.

Cengiz Han‘ın İmparatorluğunu yeniden kurmayı aklına koyan Timur, askeri güce, teröre ve Moğol kanunu ile şeriatı birleştiren  hukuki-Dini bir sisteme dayalı, uçsuz bucaksız ama geçici bir Türk imparatorluğu kurdu. Kendiside koyu bir Müslüman olmakla birlikte, Mısır Memlukları dışında dönemin bütün Müslüman devletlerini yıktı. Saltanat dönemi, durmadan yenilenen tutarsız savaşlarla geçti, çünkü fetih ettiği yerleri  örgütlemek gereğini duymuyor, yalnızca yıkmakla yetiniyordu. Türkistan tarihinde kişiliği kutsallaştırılmış bir önder ve fatih sayılırken, istila ettiği ülkelerde hiçte iyi anılar bırakmadı.

Timur, saltanatının  sonunda Semerkant’ı, Maveraünnehir’i, Harizm, Irak ve Pencap’ı kapsayan imparatorluğunun başkenti yaptı. Bazıları Fetih edilen topraklardan getirilen birçok edebiyatçı, bilgin ve sanatçı,  zanaatçıyı çevresine topladı ve bunlarla Semerkant’ın büyük bir düşünce ve sanat merkezine dönüştürmesini sağladı.(Hatta, Hacı Ahmet Yesevi  türbesinin kubbesini kurşunla kaplattı. Bu kisve ona fetih etmekte olduğu topraklarda yaşayan Şii’lerden kendine taraftarlar bile sağladı.)2

 

 

 

HACI BEKTAŞ VELİ

 

“… Sultan Musa öldü.Memleketin büyükleri toplandılar, kutlu bir demde Sultan İbrahim-al Saniyi’yi, devletle tahta geçirdiler, Horasan ülkesine Padişah  yaptılar. İbrahim –al Sani, Horasan ülkesini adaletle bezedi.

… O gece Sultan İbrahim, Hatem Hatuna yaklaştı. Tanrı kudreti Hatem Hatun, gebe kaldı. Müddeti tamam olunca dünyaya bir oğlan geldi ki yüzü, ayın ondördüne benziyordu. Pek sevindiler, mübarek adını “Bektaş” koydular. Bu doğum hakkında rivayet çoktur. Derler ki: Gebelik müddeti bitince Hatem Hatun, döşeğinde yatarken rüyasında, kolayca bir oğlan doğurduğunu gördü. Uyanınca baktı ki gerçekten bir çocuk doğurmuş.  Fakat, ne ağrısı var, ne acısı, nede bir damlacık kan. Sultan İbrahim’de uyandı, nur topu gibi bir oğlu olduğunu gördü…”

“Sultan İbrahim –al  Sani, Hacı Bektaşı tahsil ettirmek istedi, bilgin bir adam aradı. Bu şehirde dediler, bilgi, üstün, keramet sahibi bir adam var; Türkistan’ın doksandokuzbin pirinin piri Hacı Ahmet Yesevi’nin halifelerindendir; adına Şeyh Lokman-ı Perende derler; Bektaş’a ancak o, hocalık edebilir, onu hoca tayin ederseniz en doğru iştir bu. Sultan İbrahim, Bektaş-i Horasani’ye Şeyh Lokman-ı Perende’yi hoca tayin etti. Şey Lokman, Hacı Bektaş’a, bilginin evveline ait söz söylerken Hacı Bektaş, sonundan haber vermedeydi.

Hacı Bektaş’a, bir sürede Hace Yusuf Hamedani hocalık etmiştir.”

 

***

“Doksan doksandokuzbin Türkistan pirinin ulusu Ahmet-i Yesevi, Muhammed Hanefi  soyundandır ve seyyiddir. Sekizinci İmâm Aliy-İbn-i Musa-l Rıza’dan icazet almıştır. Türkistan ülkesine gidip orada, Yeşu şehrine yerleşti. Doksan dokuz bin halifesi vardı. Bu yüzden kendisine, doksan dokuz bin Türkistan pirinin ulusu derlerdi. Bilgin bir zattı…..

….

Ahmet Yesevi’nin başında , bir zira uzunluğunda bir Elifî  taç vardı. Bu taç, hırka, çerağ, sofra, alem ve seccadeyle, Tanrıdan Muhammed peygambere gelmişti. Oda, onları erkanla Murtaza Ali’ye vermişti. İmâm Ali, İmâm Hasan,’a sunmuştu, ondan sonra İmâm Hüseyin’e değmişti. İmâm Hüseyin onları İmâm Zeynal Abidin’e vermişti. O, oğlu İmâm Muhammed’e, o , oğlu , İmâm Cafer-al-Sadık’a, o, oğlu İmâm Musa-ı Kazım’a, oda oğlu, İmâm Aliyy-al –Rıza’ya, tapşırmıştı. İmâm Rıza, onları doksan dokuz bin Türkistan pirinin  ulusu Hâce Ahmet Yesevi’ye sunmuştu. Hepside, şeyh’in tekkesinde dururdu, onları, halifelerinden hiç kimseye vermemişti. Soran olursa, sahibi var, gelir alır derdi. Birisi gelip Şeyh’ten kisve giymek isterse, ne varsa onu giydirirdi. Hatta bir Talib, kurban getirecek olursa onun postundan bir külah yaparlardı, onu verirdi.

Bir gün halifeler, toplanalım da dediler, Şeyh’ten, onları isteyelim, birimizden birimize versin. Sabah çağı,  doksan dokuz bin halife, sabah namazını kıldılar. Hâce’nin avlusu pek genişti. Hepsi seccade salıp yerli yerine oturdu. Ortaya da büyük bir ateş yakmışlardı. Duadan sora şeyh, halifelerinin yüzlerine baktı, gönüllerini anladı. Gönlünüzde ne varsa dile getirin, söyleyin dedi. Halifeler, dileklerini söylediler. O sıralarda sadık bir muhip, darı getirmişti. Darı, meydanın bir tarafına yığılmıştı. Şeyh, kim dedi, bu darı çecinin üstüne seccade salar, iki rikat namaz kılar, hiçbir darı yerinden kımıldamasa o emanetler, o adamın hakkıdır; Elifî taç, kendiliğinden uçar, başına konar, hırka, eğnine gelir, çırağ, uyanıp ününde dikilir, sofra varır, yayılır, alem başının üstünde durur, seccade, altına döşenir. Zahmet çekmeyin, sahibi var onların, çıkar gelir simdi.

Halifeler bu sözleri  duyunca utançlarından, başlarını yere eğdiler, şaşırıp kaldılar. Derken birde baktılar ki birisi, selam verip,”sabah-al-aşk” deyip geldi, oturanları aralayıp bir yere oturdu. Bu gelen er Hünkar Hacı Bektâş-ı Veli’iydi. Halifelerin, o dört âlemeti, o dört fahri, Hâce’den istedikleri, kendisine malum olmuştu. Bir an içinde Horasan’dan kalkmış, Türkistan’a, Hâce’nin tekkesine gelmişti. Hâce, Hünkar’ın selamını, ayağa kalkıp aldı. Onun kalktığını gören halifeler de ayağa kalktılar. Hâce, Hünkar’ı yanına aldı ve halifelere dönüp işte dedi, emanetin sahibi geldi.Sonra ey Horasanlı Bektâş-ı dedi, Hacı Bektâş-ı’ı huzuruna çağırdı. Hünkar ayağa kalktı, seccadeyi eline aldı, darı çecinin yanına vardı, Bismillahi ve Billahi deyip seccadeyi yaydı, üstüne çıkıp iki rek’at namaz kıldı, birtek darı tanesi bile yerinden kımıldamadı.

Namazı kıldıktan sonra geçti, yerine oturdu. Elifî taç, yerinden kalktı, uçarak geldi, Bektâş-ı’ın başına geçti. Bunu gören halifeler, birden salavat getirdiler. Hırkada havalanıp sırtına kondu. Çırağ, durduğu yerden kalkıp uyandı, önünde durdu. Peygamberin sancağı da durduğu yerden kopup Hünkar’ın başının ucuna dikildi, seccade altına döşendi. Halifeler, bu halleri görünce eyvah dediler, bu çeşit kuvvetli er, burada kalırsa demimiz oynamaz artık. Ahmet-i Yesevi, hatırlarından geçenleri anladı.

Hacı Bektâş, o emanetleri, Ahmed-i`Yesevi’ye sundu. Hâce,   erkana  uygun  olarak Hünkar ı teraş  etti, emanetleri  verdi, icazetini teslim etti, ya Bektâş-ı dedi, tam olarak nasibini  aldın. Müjde olsun  ki kutb-al-aktablık, senindir; kırk yıl hükmün vardır. Şimdiye dek bizimdi, bundan sonra  senindir. Biz, bu  yokluk  yurdunda çok  eğlenmeliyiz, ahirete  gideriz. Var seni Rûm’ a  saldık,Sulucakaraöyük’ ü  sana  yurt verdik, Rûm Abdallarına seni  baş  yaptık. Rûm da gerçekler, budalalar , serhoşlar çoktur, artık hiçbir yerde eğlenme, hemen  yürü.

 

Hacı  Bektâş-ı-ı Veli,  ertesi gün, gün doğarken  Hâce Ahmed-i  Yesevi’den izin alıp yola düştü. Orada  bulunan  erenlerden  biri, ortada  yanan  ateşten  bir  odun alıp  Rûm  ülkesine  doğru  attı, Rûm’daki   erenler ve  gerçeklerden  biri, bu odunu tutsun, Türkistan erenlerinin, Rûm’a er gönderdikleri, erenlere malum olsun dedi. O  odun, dut ağacıydı, Konya’da  ,Emir Cem Sultan’ın  halifesi Hak  Ahmed Sultan, dutu, Hacı Bektâş-ı  tekkesinin önüne dikti. O ağaç, hala durur, yukarı  ucu, yanıktır.

***

Oradan kalkıp yürüdü, Necef Şahı’nı ziyaret etti, Necef’te bir müddet kaldı, erbain çıkardı. Oradan hareket etti, Beyt- Allah’a vardı. İmâm Muhammed Bakır’ın seccadesi yanında üç yıl mücavir oldu. Sonra Medine’ye gitti, orada da bir erbain çıkardı ve mücavir olup Küdüs’e vardı, orada da bir erbain çıkardı. Biraz mücavirlikten sonra Halep şehrine geldi, Ulu camii’de bir erbain çıkardı. Ulu camii’nin avlusunun  ortasında bir ulu mermer direk vardı, o mermer direğin üstüne bir taş koydu, ve biz gelinceye dek dursun, ahir zamanda biz gelir, indiririz, dedi. Halep’ten de çıkıp Davut peygamberin kabrine geldi. Orda, erenlerden birkaç kişi, Hünkar’la beraber mücavir oldu. Bir gün o erenler, Hünkar’a ey kerem ehli dediler, burası yüce bir makam burada sizinle itikafa girelim, bir erbain çıkaralım.”

“Bunda sonra Hünkar Rûm ülkesine yürüdü. Elbistan’da Ashabı Kehf mağarasına uğradı. Orada da bir erbain çıkardı.”

***

“ Hünkar Hacı Bektaş-i Veli Rûm Ülkesine yaklaşınca mana aleminden Rûm erenlerine, esselamün aleyküm Rûm’daki enler ve kardeşle diye selam verdi. Bu sırada Rûm ülkesinde, elli  yedi bin Rûm ereni, sohbette, meclisteydi. Rüm’un gözcüsü de Karaca Ahmet’di

Hünkar’ın selam verdiği, Fatima Bacı’ya malum oldu. Bu kadın Sivrihisar’da, Seyyid Nureddin’in kızıydı, henüz evlenmemişti, mecliste erenlere yemek pişirmedeydi. Karaca Ahmed’de Seyyid Nüreddin in müridiydi. Fatima Bacı, ayağa kalkıp Hünkarın bulunduğu tarafa döndü, elini göğsüne koydu, üç kere eleykümesselam dedi. Erenler, dediğin er, nereden geliyor, dediler. Fatima Bacı, kendisi dedi, Horasan erenlerinden, fakat şimdi Beyt Allah tarafından geliyor.

Erenler, ne yapmalı ki dediler, Rûm ülkesine girmesin, Rûm ülkesine gelirse ülkeyi o er alır, halkı kendisine muhib eder, artık Rûm’da bize oyun kalmaz. Bir şey yapalım da Rûm ülkesine  sokmayalım. Bazısı, kanat kanata girelim, arş altında Sidre’ye dek yolu keselim Rûm’a girmesin dedi. Hepsi, bu tedbiri uygun buldu, vilayet kanatlarını birbirine çattılar, yol bağladılar.

Hacı Bekâş-ı Veli, Rûm sınırına varınca yolu bağlanmış olduğunu gördü, Bismillah ve Billah dedi vilayetle bir sıçradı, ulu arşın tavanına yetişti. Melekler, Elifî Tac ile karşıladılar, merhaba dediler, safa geldin ey Peygamberin evladı Hacı Bektâş-ı Veli.”

 

***

“Hünkar, oradan  bir  güvercin  şekline  girdi, uçarak  doğruca Sulucakaraöyük’e  indi,  bir taşın üstüne kondu. Mübarek ayakları, hamura gömülür gibi taşa gömüldü. Rum erenlerine bir heybettir  düştü, o erin ülkeye  girdiğini  anladılar, yolunu  bağlıyamadık dediler. Karaca Ahmet’e, sen  dediler,  Rum  ülkesinin gözcüsüsün, bir bak bakalım, ülkeye  girmiş mi ?

Karaca Ahmet, bir müddet murakabeye vardı, sonra başını kaldırdı, Rum ülkesini baştan başa gözden geçirdim, her mahluk, eşiyle oturmada; yalnız Sulucakaraöyük’de güvercin şekline girmiş bir er var, yalnız  oturuyor; onu görünce içime bir dehşet düştü; olsa olsa odur dedim. Rum erenleri, birisi  doğan  şekline girse  de gidip  onu avlasaydı. İçlerinde,  Beyazıd Sultan’ın  halifeliğinden  Hacı Doğrul  adında  birisi vardı, Irak’dan  Rum  ülkesine  gelmişti. Ayağa  kalkıp  izninizle  dedi, ben gideyim.Hemen  doğan  şekline  girip  uçtu. Gördü ki  Sulucakaraöyük’de  bir taş  üstünde  güvercin var. Olanca heybetiyle  süzülüp  üstüne  inerken  Hacı  Bektaş  insan  şekline girdi, elini  uzattı, doğanı  tutup  öylesine  sıktı ki  Hacı Doğrul’un aklı  başından gitti. Hünkar, elinden bırakınca  bir  zaman yattı, aklı başına  gelince  kalktı gördü ki  Hünkarın  yanında.Hemen  ayağa  kalkıp peymançeye durdu, özür diledi. Sonra Hünkarın eline  ayağına düştü, kem  bizden  kerem  sizden dedi. Hünkar ey Doğrul dedi, er, erin üstüne böyle  gelmez siz, bize  zalim  kılığında  geldiniz, biz size  mazlum kılığında; eğer  güvercinden  daha mazlum bir mahluk  bulsaydık  onun  şeklinde  gelirdik.  Hacı Doğrulun kisvesini  tekbir edip   başına  giydirdi. Hacı Doğrul  Hünkarım  dedi, bizden ve soyumuzdan  ne kadar  dişi ve  erkek  olursa  hepside  size ve size  uyanlara   nezrimiz  olsun.

Hacı Bektaş, Hacı Doğrul  dedi, şimdi   dön  geldiğin  meclise  var, erenlere  gördüğünü  anlat, onları  buraya  çağır, hepsine  selam, sonrada onlarla  beraber  tekrar yanımıza  gel. Hacı Doğrul  kalkıp  Rum  erenlerinin yanına vardı, işi anlattı  ve onları davet  ettiğini  söyledi.

Elliyedi bin  Rum  ereni,  ne  diye ayağına gidecekmişiz  dediler, sözünü  tutmadılar. Hepsi  yer  yerine  gitti. Bu hal,  Hacı  Bektaş’a  malum oldu. Oturduğu yerden  bir üfürdü, çırağları  dinlendi,  üç  gün, bir rivayette  kırk gün  çırağlarını uyaramadılar. Aynı  zamanda  parmağıyla  bir işaret etti, altlarında seccadeleri  kayıp  oldu. Sonucu, bir yere toplanıp  Hünkarın yanına giymeyi  kararlaştırdılar. Huzuruna  varıp  elini  öptüler, gördüler ki seccadeleri  kendi  topluluklarından  nasıl  serilmişse  aynı tertibe göre  Hünkarın  huzuruna serilmiş. Her biri  kendi  seccadesine  oturdu. Özür  dilediler ve konuşmaya  başladılar. Hünkardan,  soyunu, mürşidini kimden nasip  aldığını, nereden  geldiğini  sordular. Hünkar, Horasan Erenlerindenim dedi. Aslım  Muhammed  soyundan; Türkistan’dan  geliyorum; İbrahim-al-sani,  diye  tanınan  Seyyid  Muhammedin   oğluyum. Seyyid  Muhammed   Musa-ı-sani, o, İbrahim  Mucab  oğludur, onun babası da   İmam  Musa-ı-Kazım’dır. Mürşidim  doksan dokuz bin  Türkistan  Pirlerinin  ulusu  Sultan Hâce  Ahmed-i  Yesevi’dir. Meşrebim, Muhammed  Ali’dendir, nasibim Tanrı’dan.

Hünkar bu  sözleri  söyleyince  erenler, delil  istediler.  Hünkar   Ahmed-i Yesevi’nin  verdiği  icazet-nameyi çıkarmak  isterken  birde  baktılar ki  gökyüzünden  duman  gibi  bir şey  inmede. İne ine  Hünkarın  önüne  geldi. Bu  bir  yeşil  fermandı.Yeşil  sahife üstüne  ak  yazıyla  beslemeden sonra  icazeti  yazılıydı. Okuyup  anladılar, hiçbir  şüpheleri  kalmadı. Hepsi  kalkıp  birer birer Hünkarın  önüne geldiler. Hünkar  başlarındaki   kisveleri  tekbir  etti, onlara,  tevellah   telkin  eyledi. Böylece Rum  ülkesine tevellayı, Hünkar getirdi.

Rum erenleri, Hünkar’a  müridlerinden  onar  mürit  verdiler. Hünkar’ın  adını  Ihtırımcı  koydular. Hünkar, bütün tavlalardan   boşanan,  bizim  tavlamızda  eğlensin,  fakat  bizim  tavlamızdan  boşanana hiçbir  yerde  eğlenecek  yer  bulunmasın   kaşınacak  tırnak  dahi bulunmasın dedi.

Rum  erenleri,  makamlarına gitmek  için izin  istediler. Hünkar, her birine  bir nasip  sundu. Karaca Ahmed’e,  Sultan Hâce  Ahmed-i  Yesevi,  bize bir dev vermişti. O vakitten beri   bize  hizmet  eder,  onu, sana  armağan  verdik,  artık  size hizmet  etsin,  ölümünüzden   sonra  da  mezarınızı  beklesin  dedi. Erenler,  izin alıp makamlarına  gittiler.

***

…bu yiğit, Kayı Boyundan Osman bey’dir dediler, ahvalini anlattılar.

Hacı Bektaş-i Veli, Osman bey’in yüzüne baktı, safa geldin Osman’ım, kadem getirdin, başındakini çıkar, ileri gel dedi. Osman, huzura geldi, diz çöktü. Hünkar, o tacı aldı, tekbir edip Osman bey’in başına giydirdi. Belindeki kemeri çıkardı, tekbirleyip Osman bey’in beline kuşattı. Önündeki çerağı uyandırdı, tekbirledi, öğüt vererek Osman beyin eline sundu. Önüne yayılan sofrayı aldı, Osman’ın önüne koydu. Bunları al dedi, seni din düşmanlarına havele ettik.  …Gün doğumundan, gün batışına dek çerağın yansın, dedi.”

( Hacı Bektaş-i Veli evlenmemiştir. Mücerrettir. Kadıncık ana, Fatma Nuriye vb adlarla anılan kadından doğan çocuklar, Hacı Bektaşi Veli’nin , sulb(bel) evlatları değil, yol(manevi) evlatlarıdır. Bu ve bu konu ile ilgili olan, dedelik makamına, soydan gelenin mi yoksa, ehil olanın mı oturması gerektiği hususu, Alevi- Bektaşi tarihinin önemli meselelerindendir.)

***

Biri,  on binlerce atlı ve yayadan oluşan kılıçla geldi. On binleri kılıçtan geçirdi, ülkeler kıtalar fetih etti. Nice ağalar beyler, hükümdarlar ona boyun eğdi. Gün oldu kafataslarından piramitler yaptı, gün oldu korudu kolladı. Hanlar hamamlarda yaptırdı. Hatta, farklı donda gözükmek için, birçok alim ve edebiyatçıyı da koruyup topladı. Ama, onun elindeki kılıç madde ve  gözü daha çok dünyasal saltanatta, krallıkta idi.

Fetih ettiği ülkeler, hatta kıtalardaki dünya malının bu gün tapusunu ve hazinelerini toplayacak olsan onlar, yalnızca “Güldemir”de  asıl işgal ettiği iki metrelik çukura değil; onlarca “Güldemir” gibi anıt mezara bile sığmaz.

Oysaki bu gün, yaşarken yüz binlerin karşısında ıhtığı ne Timurlenk, ne Timurlenk’in hakimiyetinde, kıtalar oluşturacak kadar büyük olan topraklar, nede o topraklar üzerinde yaşayan insanların gönlünde yaşayan bir Timurlenk sevgisi var. Geride, Türkistan’da, şurada yada burada bir avuç seveni ve eseri olan, tarih kitaplarının tozlu yaprakları arasında kalan “tarihsel bir kişilik”,  Timurlenk, kaldı.

Diğeri(Hünkar Hacı Bektaş-i Veli)’de, aynı topraklardan bir “batın kılıcı” ile geldi ve koskocaman bir coğrafyada,  fetihini  gönüllerde yaptı. O,  gönüllere Hakk’ın gözü, aleme ise gönül gözü ile baktı. Önce Hakk, insan, gönül dedi. Gönülleri asli, kadim değerlere göre inşa etmeden, gözün gördüğü alemin imarının anlamsız ve boş olacağını gördü. İşte o’nun  asıl hikmeti budur ki, dokuz haneli bir Sulucakaraöyük’ü, koskocaman bir gönül imparatorluğuna merkez yaptı…(ii)

O vakitten bu güne, Topraklar el değiştirdi, sınırlar bölündü, birleşti. Ülkelerin ve insanların adları değişti, aradan yüzyıllar geçti; fakat O, hala ismi ne olursa olsun fetih ettiği topraklarda ve sayıları sürekli de artmakta olan, yüz milyonların gönlünde kurduğu tahtta ve öylece de kalmaya, ilerlemeye adaydır…

İçindeki yaşama heyecanını ve geleceğe dair umudunu yitirmiş, kendini yalnız, güçsüz, güvensiz ve bir hiç hisseden  insan(lar)ın gözünde; bir ucu göğe değecekmiş gibi yükselen gökdelenler, serviler gibi mermer sütunların dizili olduğu saraylarda; can’ın mekanı olan bedenlerde, birer mahpushanedir.

Talib: Makamları ve  mekanları yücelten, insandır. İnsanı yücelten, ondaki insaniyet( Kadim değerlerden mürekkep bir ahlâk)tir. İnsaniyetsiz insansa, kof bir kalıptır, maddedir. Bilesin ki, bu âlemdeki en yüce ve kutsal mekan, yüce Rabb’in en şerefli mahlukatım ve halefimdir dediği, insandır!..

Gönüller(Beyt-Allah=gerçek Kabe=Allah’ın evini)i Hakk’ın rızasına göre imar et; Oranın imar ve inşasından, gözün gördüğü aleme çık. Gönlün görmek istediği gibi  kur, gözün gördüğü alemi …  Umut ol, neşe ol, dost ol, sayan ol, seven, sevilen ol; kısacası sevgi ile dol ve doldur dünyayı… en iyisi mi Talib, sen ademdeki, adam ol!..  [iii]

İşte o zaman, M.A.Hilmi dedebaba’nın “candan cana, camdan cama” dediği gibi, canlar da yaşar, cemal’lere yansırsın.  Ve uyardığın çerağın şavkı gözlerde parıldar, gönüllerde şakır.

Ondan ötesi, bedenimizin yaşadığı mekanlar ister gökdelenler; ister mavi ile yeşilin buluştuğu kıyılarla süslenen  saraylar; istersen  güneşin alnında cayır cayır yanan bozkırlardaki kulübeler olsun; cevheri topraktır. “Hepimizin atası ademdir, adem ise topraktandır.”

Bedenimizin mekanı olan saraylar, kulübelerde; canımızın mekanı olan bedenimizde bir gün aslına dönecektir.[iv] Fakat, baki kalmakta olan Can’dır. İyisi mi sen Talib, yinede gönüllere Talib ol, Can ol!.. (v]

 

 

  1. “Hünkar,   Er  kişi  odur ki, dedi   ölmeden  ölür, kendi  cenazesini  kendi  yıkar. Sen de  var,  buna  gayret et.” Bu, Hünkar’ın ben fani oldum, Hak kaldı, demesi olarak anlaşılmalıdır. İkiliğin sonu ölüm, birliğin sonu don değiştirmek, göçmek, hakk’a yürümek,ona dönmek ve ölümsüzleşmektir.  VİLAYET-NAME  ABDULBAKİ  GÖLPINARLI, İNKLAP  KİTAP EVİ,  İSTANBUL, s.89
  2. Büyük Laorusse. 22. cilt. Timur maddesi. S.11541. Milliyet yayınları, İstanbul.
  3. “Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin, burada güve ve pas onu yiyip bitirir, hırsızlarda girip çalarlar. Bunun yerine kendinize “gökte hazineler” biriktirin, Orada ne güve ne pas onları yiyip bitirir, nede hırsızlar girip çalar. Hazineniz neredeyse, gönlünüz, orada olacaktır.” diyen İsa Mesih’ede, başlangıçta  on iki havari inandı. O’nu, insanları saptırıyor diye, çarmıha da gerdiler. Fakat O, hazinelerini yeryüzünde değil gökte, gönüllerde biriktirdi. Bundan dolayı o hazineyi ne güve ve pas yiyebildi, nede hırsızlar çalabildi. Bedeni ortadan kaldırılsa da, çarmıha gerilmiş halini sembolize eden haç, bugün sekiz yüz milyon Hıristiyan’ın duvarında, yakasında, boynunda; dahası O, “göksel bir hazine” olarak gönüllerinde. Pas ve güvenin yiyemediği yerdedir.

Bu meyanda, Saru Saltuk’un beş ülkede yatır(türbesi)ı var; Yunus Emre’ye, Pir Sultan Abdal’a,  ve böylesi gönül erlerine birçok şehir yada belde  halkı, onlar burada  yaşadı ve Hakk’a yürüdü diye sahip çıkıyor. Mesela, Tencideki Türbenin,  “Kızıldeli Sultan”ın türbesi olduğuna inanmamız gibi…  Bu  ermişin asıl Dergahı ile Türbesinin (Bulgaristan – Kırcaali) Dimetoka’da olduğu, tarihsel verilerle ortada iken- (bildiğim ve duyduğum kadarı ile) üç yerde Türbesi var. (“Kızıldeli“ hakkında yapılan araştırmalara dair de, bir gün yazmayı düşünüyorum.)

Bu zatların, yaşadığı zaman, mekan ve asıl türbelerinin nerelerde olduğundan daha önemli olan, onların yaşadığı mekanı ve yattığı yeri bile yüceltmiş, yükseltmiş ve şenlendirmiş olmalarıdır. Bizler aslında, bu yüce şahsiyetleri sahiplenmekle, kendimizi yücelmek istiyoruz. Onları özümseyerek bizleştiriyor, bizde yaşatıyoruz; bizleştirerek, biz olmaktan çıkıp O oluyor, onda yaşıyor ve ölümsüzleşmek istiyoruz!.. (Umman’a ulaşan nehir suyu, kişiliğini kaybeder;o artık nehir suyu olmaktan çıkar, ummana dönüşür.)

  1. İçinde gül olmazsa, bülbül gül bahçesinde şakımaz.Sadi Bilge Adam Dergisi-2003 yaz Sayısı
  2. Shakspeare: “Hamlet, mezar kazan bir mezarcının başında durur. Mezarcı çukurda kazarken çıkan toprağı yığdığı tümseğin üzerine bir  kuru kafatasını dışarı atar; Hamlet, kafatasını eline alır ve “gidin söyleyin Danimarka kralına, yüzüne istersen parmak kalınlığı sürsün, yüzünün alacağı son şekil budur ve hepimizi bekleyen bir tümsek bir çukurdur,”dedirtir, Hamlet’e..
  3. Talib, özel olarak yakın yada uzak çevremdeki her hangi bir kişi değildir. Yazıyı da ben, kişisel olarak şuna yada buna bir mesaj olsun diye yazmadım. Talib, bir bakıma bütün insanlar;  bir bakıma  yalnızca dünya saltanatına Talib olmuş olan herkes; bir bakıma ise benden bana bir mesajdır. Yunus’un :”Beni bende demen bende değilim, bir vardır bende benden içeri” deyişi misali.

 

Kaynakça

MANAKKIBI  HÜNKAR  HACI  BEKTAŞI  VELİ, ABDULBAKİ  GÖLPINARLI

Bütün  yönleriyle  Alevilik  ve  Bektaşilik  cilt.1. Doç. Dr. Bedri  Noyan Dedebaba,  Ardıç  yayınları

Yunus  Emre ve  Tasavvuf. ABDULBAKİ  GÖLPINARLI  İnkilap Kitavevi

Alevi  Bektaşi  nefesleri, ABDULBAKİ  GÖLPINARLI, İNKILAP  Kitabevi

Efsaneden Gerçeğe, Hacı Bektaşi Veli-İrene Melikoff. Cumhuriyet Kitap Kulübü. 1998

Ali AKSÜT’ün Kitabından

BEN GELİN OLUNCA KİMİNEN YATACAĞIM -Yeter ÇİFTÇİLER

Ehmecöğün  kızı Yeter Çiftçileri Kemikçinin Battalın oğlu Musa’ya istemek için dünürcü gitmişler.

Yenmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş, sıra kızı istemeye gelmiş. Daha istenme olayı gerçekleşmeden Ehmecöğün kızı Yeter oğluna kız istemeye gelen Hüsne anaya, dönüp.

-Babam anam beni size veriyor. Ama ben size gelin gelince kiminle yatacağım demiş.

Ali AKSÜT

ARGUVAN’DA KIZ ÇOK İDİ

ARGUVAN’DA KIZ ÇOK İDİ

1950’li yıllarda delikanlılar evlenme çağına gelip de kız aramaya durunca “Arguvan’da kız çok. Hele bir oraya git gel” derlermiş gençlere.

Aynı yıllarda Culhalı Murteza’da delikanlıdır. Başında kavak yelleri esmektedir. Daha doğum sırasında yetim kalan Mürteza’yı ebesi Kınalı hürü karı büyütür.

Tüm özlemlerini, beklentilerini ebesine açar. Ebesi “Mürteza Arguvan’da bu sıra kızlar ucuz imiş. Arguvan’a bir git gel. Ondan sonra yine kız araştıralım” der.

-Holpuz’a gidersen Kindirli  Zeynep’e uğra, durumunu anlat, O sana yardımcı olur, der. O da git çeşmenin karşısındaki duvarın dibine dikil. Orada bir delikanlının dikildiğini gören kızlar tek tek gelir. Dikkatli dikkatli seni izler. Sen de gözünü dört aç “gıbalını” (eşkalini) şaşırma. Beğendiğin kızı gel bana tarif et der.

Murtaza çeşmenin başına gelen kızlardan birini beğenir. Kızın gıbalını Kindirli Zeyneb bibisine anlatır.

Meğer kız Halpuzlu Hakkı Ağa’nın bacısının kızı imiş. Kızın kimliğini öğrenince

-Fethiye’ye git ailenle konuş. Ben kız ve annesi ile konuştum. Kızı sana verecekler. Bana durumu bildir, der.

Beşyüz lira kalın (başlık parası) ile iş tatlıya bağlanır.

Çit, çaput, Arapkir Tiresinden elbise, fırfırlı önlük, kulağına bir çift küpe, bir yüzük bir yarım altınla kız evine gidilir. Moda tozu sitile katılır. Kesme şeker eritilir, şerbet edilir ve şerbet içilir.

Halpuzlu Leyli’nin aşkı ile Culhalı Mürteza Maraş’taki bibisi Fadime’nin yanına gider. Durumu anlatır.

Bibisi 750 lira gibi büyük bir parayı Mürteza’ya verir.

Parayı alan Mürteza, Malatya tarafına akşama kadar araba bulamaz. Ceyhan tarafına giden çanlı bir kamyona biner. Osmaniye’de iner. Bir seyyar fotoğrafçı ile karşılaşır. Fotoğrafçıya iş aramaya geldiğini söyler. Bir işe yerleşir. Cebinde kalın parası ile Osmaniye’ye gelen Mürteza işi bulunca düğünü de kızı da unutur. Üç buçuk yıl Osmaniye de çalışır.

Bir buçuk yıl sonra Fethiye’den bir telgraf gelir. Telgrafta çok acele gelmezse nişanlısının başkasına verileceği yazılıdır.

Hiçbir şey yapmayan Mürteza iki yıl daha Osmaniye’de kalır. Oradan Ankara’ya gelir ve yerleşir.

 

Yaşadıkları bir bir aklına gelir. Nişanlı, düğün her şey geride kalmıştır. Başlar yazmaya.

Eğer geldi ise evlenme çağın

Sakın Kindirli’ye sormadan alma

Başını sokacak varsa bir evin

Sakın Kindirli’ye sormadan alma

 

Sabahleyin dikilirsin punara

Yorulursan yaslanırsın duvara

Kimisi kırmızı kimisi gara

Sakın Kindirli’ye sormadan alma

 

Sen ararsan iyisini bulaman

Akıllısın delisini bilemen

İki günden fazla mehman kalaman

Sakın Kindirli’ye sormadan alma

 

 

Misafir sahibi atar kazığı

Önüne koyarlar pancar peziği

Sağa sola göstermezler yüzünü

Sakın Kindirli’ye sormadan alma

 

Culfahın Mürteza bir de sen ara

Ne kapı var ne baca var ne para

Birçokları ucuzaymış bu sıra

Sakın Kindirli’ye sormadan alma

şiiri, dilinden kaleme dökülür. Her ne kadar “Kindirli’ye sormadan alma” dersede. Kindirli’ye sorup da almayanlardan biri Culfahın Mürteza’dır.

Ali AKSÜT

ŞEMSİ BİBİ- BOLU BEYİ

ŞEMSİ BİBİ- BOLU BEYİ

Şemsi Bibi Bolu Beyi’nden, oğlu Celal Pektaş’a kız istemeye gider. Kızı vermezler. Bir, iki, üç derken Bolu Beyi kızını isteyenlere:

“Neyinize kız vereyim çulsuzlar” der.

Şemsi Bibi patlar. Dilini bilirsiniz aynı Fikriye. Der ki:

“Şükür! Neyimiz yok ki. Kırk çüt minderim var. Heç biri birbirine benzemez. Kırk çüt yatağım var, her birinin yüzü ayrı ayrı. Kırk çüt de horoza gelmemiş pilicim var.” der.

Eh artık! Böyle büyük bir servetle karşılaşan Bolu Beyi’nin şapkası önüne düşer ve bu varlık karşısında dayanamaz.

“Allah hayırlı etsin, verdim getti kızı” der.

Ali AKSÜT

O HATUN SENDEN DE HATUN

O HATUN SENDEN DE HATUN

Bir elekçi kadın Derviş Ali’nin kapısını çalar. Bohçasındakilerden bir şeyler satacak, aşırabilirse bir de küçük eşya aşırıp gidecektir. Elekçi kadın balkonda oturan Derviş Ali’yi görmez.

Hatun, Hatun beni sav ki gidem diye evin hanımına seslenir. Derviş Ali gezginciliği ile tanınan hanımından şikayetçidir. Elekçi kadına dönüp “Çağırdığın hatun senden de hatun. Sen köyleri geziyorsun o başka şerhleri de geziyor.” der.

Ali AKSÜT

AZRAİL EVDE BEKLİYOR – Malatya Fethiye

AZRAİL EVDE BEKLİYOR

 

Derviş Ali’nin oğlu Garip (Kazım) babasını bir gün seni öldüreceğim diye tehdit eder.

Derviş Ali sabah kalkar. Köyün evlerini tek tek dolaşır. Komşular hakkınızı helal edin der.

Komşular sebebini sorunca:

-Azrail bizim evde beni bekliyor, der.

Ali AKSÜT

CİN ALİ- GÖHERİN PİRİ VE YANDAK – Malatya Fethiye

CİN ALİ- GÖHERİN PİRİ VE YANDAK

Cin Ali dağlara çıkar, yandak toplar. Uğraşıp, damın üzerine yığar…

Komşusu olan Göherin Piri bir gün çarşıya giderken yaz boyu kurumuş olan yandağa ateş atar. Yandak tutuşur, yanmaya başlar. Piri, ateş attığı yandağın karşısına geçer ve başlar bağıra bağıra sövmeye: “Bakın hele komşular” der. “Anasını avradını….Önce yandağı yaktı, şimdi de köyü yakacak” der.

Ali AKSÜT

BİRKAÇ ŞİİR

BİRKAÇ ŞİİR

Halk ozanlığı geleneği tüm canlılığı ile Fethiyeliler içinde yaşıyor. Pir Sultan’dan Karacaoğlan’a uzanan kültür çizgisini bugüne taşımışlar.

Satı İnce eşine:
Davarına tuz mu değdi,
Elbisene toz mu değdi
Sen hasta ne değil idin,
Almanya’da göz mü değdi.

Çobanın elinde kaval,
Önünde bir sürü davar
Çoban Allah’ı seversen,
Gel bizim yaylada suvar.

Kızına:
Hiç gözüm kalmadı parada pulda,
Altının eskisi olur mu hurda,
O kızın anası yıllardır burada.
Ardım sıra gelme üşürsün kızım.

Ben de çıkam şu dağların başına,
Hiç yalvarma kardaşına boşuna.
Ben uğradım şu feleğin kışına,
Ardım sıra gelme üşürsün kızım.
Oğluna:
Almanya’dan geldim uğradım size,
Ağardı saçlarım, yaş doldu göze
Babam çoktan öldü, anam da hasta,
Soram hele komşulara ne olduk.

Selver Akkoç (İçöğün Kızı)

Ben evimde otururdum yan yana ,
Bu yalan dünyayı çok gördün bana
Bilse idim gelmez idim cihana,
Akıttın gözümün yaşını felek.

2005 yılı itibariyle Fethiye’de 108 yaşlı dul kadın, 13 dul erkek yaşamaktadır.

Ali AKSÜT

HİNÖĞ GÜNEŞ DERMİŞ Kİ – Malatya Fethiye

HİNÖĞ GÜNEŞ DERMİŞ Kİ

Hakkovun oğlundan kurtçul it olmaz.
Eşşeği kırk yıl kovalasan at olmaz
Yine handa, kül örselenir
*
Sonradan görmüşten para alma.
*
Cendermeyle arkadaş olma.
*
Avrada sırrını verme.
*
Sonradan görme, akşam verir sabah alır.
*
Avrada vurursan polise gider.
*
Kemali nereden almış anası, görmemiş mektep
Eşşek altın külah giyse, yine merkep yine merkep.
*
Kayseri adım adım , dut avuç avuç.
Çağla çiçeklendi bağ oldum saydı
Yoksul ata bindi ağa oldum saydı.
*
Tarhana dişimi kırdı keşke de bir aş olsa
Kesek belimi kırdı keşke de bir daş olsa

Hinöğ komşunun itlerine: Yezid’in ordusu gibi geliyorlar dermiş.

Ali AKSÜT